Bütün insanların Hz. Adem’in çocukları olduğunu, hepsinin “tarak dişi” gibi eşitliğini ilan eden İslamiyet, yalnız iki insanın farklılığına işaret ediyor; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İslamiyet’in ilk dönemlerinde Müslümanlar ilimleri birbirlerinden ayırmıyorlardı; sonradan “tabii bilimler” olarak nitelendirilenler de Allah’ın azametini bizlere anlattıkları için diğerleri gibi değerliydiler. Endülüs’teki aydınlık, Avrupalıların gözlerini kamaştırdığından öğrencileri buraya akmaya başladılar. Kuzey Afrika ile Avrupa’nın güneyindeki milletlerin, bilhassa İtalyanların ticarî ilişkileri fazlaydı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten Roma’ya göç eden Bizanslı alimlerin gayreti de bunlara katılınca, Batı’da müspet bilimler nüvelenmeye başladı. Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe İncillerdeki maddî hatalar anlaşılır oldu. Zamanla bu maddî hataların çokluğu fark edilince, ilim adamlarıyla kilise mensupları karşı karşıya geldiler. Ortaçağ boyunca ilim dünyasıyla kilisenin kanlı mücadelesi sürüp gitti. Müspet bilimler geliştikçe, Avrupalı aydınların pek çoğunun nezdinde din önemini yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Oysa hırsı, ihtirası frenleyen en ciddi fenomen dindir. Giderek iyice cılızlaşan manevi değerler, gelenekler, Avrupalı’nın artan hırsı, ihtirası karşısında duramaz oldular. Maneviyatın, geleneğin bulunmadığı yerde dejenerasyonun baş göstermesi tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın getirdiği açlık, kıtlık ihtiraslarını olabildiğine kamçılayınca, aşınan manevî değerler, onlara bağlı olarak gelenekler iyice güçsüzleşti; kural tanımazlık alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi. Dramatik yıllarımız başlayınca, en büyük emelimiz “Kanun-ı Kadim”e dönmekti. Bir türlü “Kanun-ı Kadim”e işlerlik kazandıramayınca, Batılıları taklit etmek bize tek çare imiş gibi göründü. Onlarda çok güçlü olan kilise teşkilatını andıran, manevî dünyamızı düzenleyen bir yapılanma da yoktu; Avrupa’da yüzyıllarda oluşan dejenerasyonun bizde kendisini çok çabuk göstermesi tabii idi; çünkü aydınlarımızın ekseriyeti Batı’yı bu durumun ortaya çıkardığını sanıyor, onlar gibi olmanın ihtirasını yaşıyorlardı. Üç gün okula giden çocuğumuz babasını, annesini beğenmiyor, en büyük düşman babasını, annesinin başörtüsünü görüyordu. Yöneticilerimiz de gerçekten Batılılaşmamız için metafiziğimizden, tarihimizden tamamen kopmamızın şart olduğu kanaatindeydiler; bütün eğitim, öğretim ve bilim yuvalarımızı bu gaye ile düzenliyorlardı. Söz konusu durumun, azıcık ilimden nasiplenmiş olanlar için, bizi yok oluşun girdabına sürükleyeceği aşikârdı. Said Nursi, Süleyman Tunahan, Sami Ramazanoğlu, Abdülhakim Arvasi, daha pek çok muzdarip, sürüklenmek üzere olduğumuz felaketten bizleri kurtarmak için canlarını dişlerine takıp mücadeleye başladılar. Çağın imkânlarıyla donanmış organize bir güçle, inançlı, fakat her türlü imkândan mahrum bir zümre karşı karşıyaydı. Adeta ebabil kuşlarının fillere karşı koymaları gibiydi. Sanki tarih yeniden yaşanıyordu. Ecdat yadigârı bu topraklarda yeryüzünde emsali görülmemiş orantısız bir mücadele sürüyordu. Bu cübbeli, sarıklı, sakallı insanlar idraklerini ve şahsiyetlerini apayrı bir dünyada bulmuşlardı; yeni nesillere hitap etmeleri çok güçtü; sadece dünyaları değil, kelimeleri, telakkileri, zevkleri de farklıydı. İşte bu hengâmede ortaya bir ses düştü; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyordu. Bu ses, tarihin derinliklerinden, manevî dünyamızı yüklenerek geliyordu; hem günümüz gencinin anlayacağı kadar taze, hem de idrak sahiplerini sarsacak kadar etkiliydi: “Atomlarda cümbüş donanma şenlik / Ve çevre çevre nur çevre çevre nur / İç içe mimari iç içe benlik / Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” Bu sesin sahibi şairliğini, şöhretini, o güne dek bütün dünyevî kazanımlarını tehlikeye sürdüğünün farkındaydı. Neylersin ki inanan hesap yapamazdı; o da yapmadı; saf saf tanklara adeta bir güvercin gibi saldırdı: “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim / Minicik gövdeme yüklü Kaf dağı / Bir zerreciğim ki arşa gebeyim / Dev sancılarımın budur kaynağı” Üzerine gelen belalara da “Bir fikir ki sıcak yarada kezzap / Bir fikir ki beyin zarında sülük / Selam selam sana haşmetli azap / Yandıkça gelişen tılsımlı kütük” feryadıyla katlandı. Bir gün bu topraklarda lekesiz bir şafak sökerse, beyni olanlar bu sese çok şey borçlu olduğumuzu teslim edeceklerdir. Yazdıklarından nasıl kavi iman sahibi olduğunu görüyoruz. Demek ki kendini kurtarmıştı. Fakat bizler, gelecek nesiller için zindanlara girdi. Onun mahkûmiyetleri nesillerin kurtuluşu oldu. Rabb’im nur içinde yatırsın.
↧