Türkiye ile AB arasında daha önce eşi benzeri görülmemiş bir güven bozulmasıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek, durumu tarif etmekte yetersiz kalır. Polisin Gezi Parkı ve çevresindeki ilk vahşet uygulamasından beri, Türk hükümeti ile AB kurumları tümüyle kontrolden çıkan bir söz savaşına girdi.İlk olarak, Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle, Türkiye’nin, yurttaşlarının barışçı gösteri hakkına saygı göstermesi gerektiğini net biçimde ifade etti ve Başbakan Erdoğan tarafından çok kaba bir üslupla azarlandı.Bir dizi bakanın kelimenin tam anlamıyla öfkeden köpürmesine yol açan ise Avrupa Parlamentosu’nun (AP), “Gezi Parkı’ndaki barışçı ve meşru protestolara Türk polisinin orantısız ve aşırı güç kullanması” diye nitelediği durumdan derin endişesini dile getirdiği karar oldu. AP, o kadar barışçı olmayan göstericilere atıfta bulunmayarak gaf yaptı ama yine de hükümetin verdiği tepkiler orantısız ve aşırıydı. Başbakan AP’yi tanımadığını söyledi, bazı bakanlar da “AP’yi ilgilendirmez” tavrı takındı. Her katılım sürecini eleştirel gözle takip etmenin ve gerektiğinde görüşünü ifade etmenin AP’nin görevi olduğunu kasten hep birden unutmuş gibilerdi. Türkiye’nin, AP’nin böyle bir hakkı olduğunu tanımıyorsa, tüm sürecin dışına çıkması olasıdır, çünkü bunun AP’nin son kararı olmayacağı muhakkak.Türkiye’nin başmüzakerecisi Egemen Bağış, bazı AB ülkelerine “Oğlum bak git” derken, böylesi bir radikal manevra için zemin hazırlar gibi göründü. Almanya’nın gelecek hafta müzakerelerde yeni başlık açılmasını engelleyebileceği spekülasyonuna karşı ‘yangına körükle giden’ bir tepkiydi. Herkes biliyor ki, Berlin’in bu potansiyel adımını asıl motive eden seçim fırsatçılığı. Ama böyle bir mesaj göndermenin Türkiye’deki protestocuları teşvik edeceği ve güçlendireceğine dair yanlış bir hesap da söz konusu. Maalesef bunun tam tersi geçerli: Hükümetin içinden olsun, dışından olsun, her türlü yabancı müdahaleyi reddedenlerin topunun elini güçlendirecek ama Türkiye’de daha Avrupai tarzda demokrasi taleplerini zayıflatacak.AB’nin bunca pataklamasından sonra, bazı gözlemciler, Türk hükümetinin “artık yetti” deyip müzakerelerin resmen askıya alınmasını talep edebileceği görüşünde. Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için, kafası atmış bir Türkiye, gerçekten de, müzakerelerin geçici olarak durdurulmasını tercih ederse, bunun ne gibi sonuçları olacağını izah edeyim. Türkiye ile AB arasındaki tam üyelik müzakerelerinin temelini oluşturan kurallar dizisi niteliğindeki Müzakere Çerçeve Belgesi’nde böyle bir senaryo öngörülmüyor. O belgede anılan tek seçenek, AB’nin, kuruluş ilkeleri Türkiye tarafından “vahim ve sürekli” olarak ihlal edilirse, ne zaman müzakereleri askıya almaya karar vereceğini açıklıyor.Ama biz burada bunu konuşmuyoruz, çünkü fişi çekmesi gündemde olan AB değil, Türkiye. Böyle bir durumda ne yapılacağını kimse kesin olarak bilmiyor, çünkü belirlenmiş bir prosedürü yok. Türkiye masaya dönmeye karar verene dek müzakerelerin geçici olarak duracağına şüphe yok. Şimdi masadan kalkarsa, Türkiye’nin AB’ye girmesine başından beri karşı bazı AB üyesi devletlerin çok mutlu olacağı da malum. Türkiye, bir gün, üyelik müzakerelerini yeniden başlatmayı istediğine karar verirse, bu söz konusu ülkeler, yeniden başlamayı süresiz erteletmek ya da Türkiye için son derece itici hale getirmek için kitabına uygun her türlü numaraya ya da siyasî amaçlı mazerete başvuracaktır. Başka deyişle: Türkiye şimdi çekip giderse, büyük ihtimalle, ebediyen gitmiş olur.Eminim, Türkiye’deki AB karşıtları ile Avrupa’daki Türkofobiklerin keyfine diyecek olmaz. Türkiye’nin liderleri fazla coşup kendilerini kaybederse, nihayet onların rüyaları gerçekleşir. O zaman, ben de, bunu Türkiye’deki demokratik reformları daha da yavaşlatacak, öngörülemez ekonomik ve malî istikrarsızlık yaratacak bir kâbus senaryosu addedenlerin hepsi adına basit bir soru sorayım: Ankara’dan biraz sağduyu ve öfke yönetimi beklemek çok şey istemek midir?
↧