Yılın en güzel perdesi iki gün sonra açılıyor. Kuliste heyecanla bekleyen oyuncular gibiyiz. Sokaklar, meydanlar ve meclislerden uzaklaşıyoruz yavaş yavaş.Repliklerimizi gözden geçirip kendimizi zihnen ve bedenen kendi sahnemize hazırlıyoruz. Geçmiş zamanlar, ister istemez heyecanımıza sızıyor. Ben ki eskiyi hatırlamayı hiç sevmem. Yaşadığım her şeyi silip süpüren beynim götürdüklerinin bir kısmını geri getirdi bu sene. Hayırdır inşallah deyip hayatıma Ramazan’ın penceresinden bakarken buldum kendimi.Onlu yaşlarımda orucumun merkezinde sahur vardı. Hayat sahurla başlar sahurla biterdi. Akşam arada güzel bir molaydı ama yol hep gecenin derinlerine uzanırdı. Ekmek elden su gölden... Baba kazanır, anne pişirir dönemi. Yaşamla ilgili tek sorumluluğun okulun. Sahur demek annemin üflediği sur demek: Haydi kalkın! Orucun ilk şartı uykulardan uyanmak. Kulaklarımıza şefkat şerbeti akar anne sesinden. Üç kez gelir yatağının başucuna, her seferinde uykuların örtüsünü biraz daha açar. Öyle rayihalıdır ki o ses, bir daha duymak istersin, uyuyormuş gibi yapar, hemen kalkmazsın. Orucu adeta annenin hatırı için tutarsın. Ayıp olur yoksa emeklerine; ev ahalisinden en az bir saat önce uyanmış, iftar kadar özenli bir sofra hazırlamıştır. Kompostosuyla, pilavı, makarnası veya böreğiyle her yemek yeni inmiştir ocaktan. Herkesin tabağında bir katı yumurta ve bir bardak süt yanında. Anne suruna mis kokular eşlik eder. Sahur mutlu bir kıyamettir, korkutmaz, sevindirir...Gülüş çığrış cümbüşlenen yemek masasından kalkıp çalışma masasına oturursun. Şunun şurasında sabaha ne kaldı ki diye tekrar yatmaz, ders çalışırsın. Okulda kimseyle oruç muhabbeti yapılmaz, kimin tutup kimin tutmadığı merak bile edilmezdi; gıybet günahtı ve lüzumsuz merak orucu bozardı. İkindi ile akşam arası annem sahurda böldüğü uykularımızı tamamlayalım diye hadi biraz yatın derdi. Oruca uyanmakla oruçla uyanmanın farkını ayırtetme fırsatı sunardı bilmeden. İftar yaklaşırken açlığımızla güzelleşmiş olarak kalkar, pide kuyruğuna girerdik. Pide som altından bir tepsiydi. Bize ne kadar zengin olduğumuzu gösterirdi. Yenilebilen bir mücevhere sahip olmak, Allah’ım ne muhteşemdi. Bağrına basarsın o pideyi, eve gidinceye kadar sıcaklığıyla ve kokusuyla doyarsın. Bir parça koparayım da ağzıma atayım diye geçirmezsin bile aklından. Şaşılacak şeydir; çocuksun ve kaytarmıyorsun.Yirmili yaşlarında hayat iftarla başlayan, bir sonraki iftara doğru koşan bir nehirdir artık. Yaşınla birlikte nefsin de büyümüştür çünkü. Oruç zorlaşmıştır. Çocukluğundaki o saf duruşu taklide çalışırsın. Tam beceremezsin, çünkü eskiden bilmediğin bir kelime eklenmiştir sözlüğüne: Sabır. Çocukken sabrettiğinin farkında bile değilken, her şey anneanneler, babaanneler, dedelerin de dahil olduğu bir oyun neşesi içinde yaşanırken, gençliğin orucu bir sabır imtihanı olarak algılamaktadır. Bu, aslında idrakte bir geri gidiştir ama gözün saatteyken, ne kadar da yavaş geçiyor bu akreple yelkovan derken bunu anlamana imkan yoktur. Toplumsal bir bilinç edinmeye başlamışsındır. Ramazan’ın sosyal yönüne, iftar davetlerine, kardeşliğe, yardımlaşmaya, sadakalara eğilirsin.Tutmak mı, olmak mı?Fakat aynı zamanda bireyselleşme de başladığından, annenle beraber camiye, teravihe gitmezsin. İlkokulun ilk yıllarında erkek kardeşinle beraber camide yaşadığın o cümbüşlü yatıp kalkmalar, o uzun basma etekler ve tülbentlerin hışırtıları, o tesbihlerin şıkırdaması iki yaş küçük kardeşinin ellerini önce göbeğinde birleştirmesi, etrafındaki kadınlara baktığında yanlış yaptığını sanıp ellerini göğsüne götürmesi, komik bir hatıradır. Yirmili yaşlarda ister meal ve tefsir, ister şiir, hikâye, roman ne okunacaksa iftar ile sahur arasında halledilecek bir meseledir. Sahurdan sonra muhakkak yatılır. İşe uykusuz gitmek göze alınmayacak bir tehlikedir.Otuzlu yaşlar, sahur ve iftar sofrası hazırlamak senin sorumluluğundur artık. Çekirdek halindeyken böyledir de, girdiğin ailenin fertleriyle geçirilen günlerde asıl yük kayınvalidenindir, sen sadece yardımcı olur, yarı gelin yarı evlat olmanın görevlerini yerine getirirsin. Mesleğin ağırdır, yedi gün yirmi dört saat yapılan cinstendir, çok okumak, çok dinlemek, çok yazmak, çok seyahat ister senden. O yüzden iftar daveti vermek de davete gitmek de yorar seni. Ramazan nimetleri kadar külfetleriyle de kendini hissettirmektedir. Bir tahterevallinin ortasındasındır, bir o yana bir bu yana iner çıkarsın. Yavaş yavaş teori ile pratik arasındaki farkları görmeye başlamış, kelimelerle oynamaktasındır. “Tutmak” oruca yakışmaz sana göre. Daha uyumlu gördüğün “olmak” sözünü de hayata geçiremezsin. Çünkü oruç olmak boğazdan çok dili mühürlemeyi gerektirir ki içinde bulunduğun şartlarda imkansızdır. Kırklı yaşların Ramazan’ı, içe dönüşün dalgalarıyla arındırmaya başlar seni. Yalnızsındır. Sahura kaldıracağın, uyanırsa sevineceğin, uyanmazsa üzüleceğin çocuğun bile yoktur yanında. Yeyip yatmak istersin fakat davulcular, çocukluğunda ve gençliğinde duymadığın tokmakları kafana kafana indirmektedir. Eski bir âdeti canlandırmak adına, gecelerin o güzelim bağrı delik deşik edilmektedir. Hiç ama hiç hazzetmezsin bu sesten. Sabahlığınla aşağı inip o tokmağı davulcunun başına indirmek istersin. Sana o aptal maniler lazım değildir, sana sükûn lazımdır. O yüzden televizyonu bile çoğu kez açmazsın. Ramazan’ın hikmeti üzerine yapılan hiçbir sohbeti izlemez, hiçbir davete katılmazsın. Sanki orucuna halel getirmektedir o konuşmalar, o koşuşturmalar. Güzel okunmayan ezanlara bile kulağını tıkarsın. Hayat Ramazan’da bütünüyle tatil olsun, herkes içinde bir mağara açsın, oraya kapansın gibi düşlere sürüklenirsin. Ramazan ilkbahar ağaçları gibidir, yel esmesin, nefes alıp verilmesin, çiçekler dallarında kalsın istersin. Yaz ağacına benzeyen RamazanEllili yaşlarda taşlar yerli yerine oturur. Zaten her şey merkezindedir de sen yeni idrak edersin. Ramazan yaz ağaçlarına benzer artık. Çiçekler gitmiş, güzel insanların güzel sözleri meyve vermeye başlamıştır. Büyük kalabalıklar içinde olsan da hayatın tek kişilik bir oyun olduğunu içine sindirmişsindir. Rivayet doğru çıkmıştır; alem sende özetlenmiştir. Ne davul rahatsız eder artık, ne makamsız ve detone ezanlar. Kim hangi telden çalarsa çalsın, umurunda olmaz. Oruçtan hiç etkilenmiyormuş gibi rol yapmana da gerek kalmamıştır. Orucun bir kısmını uykulara bırakır, erken sahurlarla idare edersin. Bedeninden çok zihnin zorlanmaktadır ama bu zorluğu seversin, sevdiğin için de sarsılmaktan utanmazsın. Öyle ki yeme içmeye izin çıktığında elini suya uzatmaya çekinirsin. Bir bardak değil koca bir şelale düşmektedir sofrana. Zeytin tabağı değil zeytin bahçesi kurulmuştur karşına. Sanki suyu içer ve bir zeytin atarsan ağzına, sihir bozulacaktır. O sihri ürpererek bozmak da ayrı bir şereftir.Bu demlerin Ramazan’ı, hilâlin tabiyetine girmektir. Hiç acele etmeden, onun hızıyla büyüyüp dolunay olduğunu ve salına salına küçülüp yeniden hilâle döndüğünü hissetmektir. Dualarını sessiz sedasız yapanlar, mikrofonlarla kameralardan kaçanlar, yardımlarını, fikirlerini, güçlerini ve vazgeçemedikleri her ne varsa onları gizleyenler aylaşmaya sanki daha yakındırlar. Bu vehim sevimli gelir sana. Çünkü niyaza hile karışma ihtimaline baştan tedbir koymak lazımdır. Şahitsindir ki böylesini tercih edenler kimseye alkış tutmadığı gibi, yermezler de. Dinin tadı tuzu biziz demezler de toz olduklarının bilinciyle nazarlarını verirler dünyaya. Onlardan nasiplenenler ay büyürken kazı yaparlar içlerinde, indikçe inerler derinlerine. Kazmaları zikir, kürekleri oruçtur. Ay küçülürken cevap verir bu emeğe. Batık hazine varlığını hissettirir. Ayın ışığını nereden aldığını hatırlarlar. Yüzlerinin neden böyle parladığını. Dolunayın bir cezbe, hilalin bir rükû hali olduğunu... Ay, ortak bir sırrı paylaşmanın neşesiyle gözkırpar böylelerine ve kulaklarına kaynağını en iyi yansıtan ay insanlarını fısıldar. Bu olaya bayram adı verilir, yaşayan ve göçen tüm dostlara şükredilir...
↧