Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Kaf Dağı’nın ardında bir ülke varmış. Görünüşte demokrasi ile yönetilirmiş. Ama ülkenin gerçek sahibi olduğunu iddia edenlerin kurduğu ve adına vesayet denen bir sistem hükümferma imiş.Devlet bürokrasisinin can damarlarını tutan vesayetçiler, çizgi dışına çıkan sivilleri belirli periyotlarla hizaya çekermiş. Darbeler rutine bağlanmış. Yargı, üstünlerin en önemli ayar verme kurumuymuş. Çok ileri gidenlerin partilerini kapatır, hapse atar, diğerlerinin ise kulaklarını çekerlermiş. Mesela Danıştay yetkilileri siyasileri her fırsatta çocuk azarlar gibi azarlarmış. Bir seferinde Danıştay Başkanı şöyle demiş: “Dinin, bireyin manevi alanının dışına çıkarak toplumsal yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara dönüşmesi durumunda, kamu düzenini ve güvenliğini korumak amacıyla anayasanın öngördüğü sınırlamaların yapılması laiklik ilkesinin gereğidir” (Sumru Çörtüoğlu/ Mayıs 2006 Danıştay kuruluş yıldönümü konuşması).Öyle ileri gitmişler ki, bir üyenin hayatını kaybettiği saldırıdan bile Başbakan’ını sorumlu tutmaya kalkmışlar: “Türkiye’de türban sorunu yokken, bu konuyu kaşıya kaşıya günümüze taşıyanlar, bu saldırı karşısında bugün de düşünmelidirler. Yargı mensupları yerine ulemayı koyanlar, onlara danışarak hareket edenler, bulundukları makamın ağırlığını, sorumluluğunu duymaktan uzak olanlar, bugün yeniden düşünmelidirler.” (5. Daire Başkanı Salih Er 17 Mayıs 2009)Hatta gözden ırak bir şehirde bir başsavcı, bakanları ve büyükşehir belediye başkanlarını suç örgütü üyesi oldukları iddiasıyla dinlemeye almış. Başbakan’a varan dinlemeleri ise “ne yapayım Başbakan suçlularla konuşmasaymış” diye savunurmuş. Başsavcının yetkisini ve hukuku aştığını gören bir başka savcı olaya el koymuş. Özel yetkilerini kullanarak hukuksuzluğa son vermiş. Aslında çok riskli bir işe girişmiş bu genç savcı, zira vesayetin üst kurumları hemen olaya müdahil olmuş. Savcının ve mesai arkadaşlarının yetkileri kaldırılmış. Bütün engellemelere ve ordunun verdiği e-muhtıraya rağmen halk, iradesine sahip çıkmış. Bu defa Anayasayı bile çiğneyerek cumhurbaşkanı seçimini yaptırmamışlar. Son çare iktidardaki partiye kapatma davası açtırmışlar. Yargıçlar birliğinin başkanı dış basına şikayet ediyormuş: “İslam, Hıristiyanlık gibi değildir. Sadece inanç boyutunda uygulanmasını amaçlamıyor, aynı zamanda devleti düzenlemek ve yönetmek de ister. Şeriat sistemi tabiatı gereği diğer düşüncelere, inançlara ve adetlere müsamahasızdır. Aynen İtalya’daki faşizm ve Almanya’daki nazizm gibi, şeriat Türkiye’nin hassas bir konusu. Küçük bir kıvılcımla sosyal bir harekete dönüşebilir. AKP ülkenin laik sistemini yok edecek bir arayış içinde.” (YARSAV Başkanı Eminağaoğlu, The Guardian Temmuz 2008). Bu arada Mahkeme, partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğuna karar vermiş. 11 yargıçtan 6’sı kapatma yönünde oy kullanmış. Ama gereken 7 oy çıkmadığı için para cezası ile yetinmişler. Bu masal ülkesinde anayasanın bir bölümü değişmiş. Halk kabul oyu vermiş ve 50 yıllık vesayet düzeni ağır yara almış. Sağlık Bakanı’nın basın açıklamasına bile yürütmeyi durdurma kararı veren yüksek yargı zayıflamış. Sonra anlaşılmaz bir gelişme olmuş. İktidar partisi yüksek mahkemelere seçilme şartlarını değiştirmiş. ‘20 yıl hakim-savcılık yapmadan olmaz’ diyormuş. Şartlara uyanlar sadece muhalif partinin adliyeye almakla övündüğü kişilermiş. Vesayetin en keskin zamanlarında meslek hayatını ortaya koyan hukukçular neye uğradığını şaşırmış. YARSAV, “bu idarenin yetkisindedir” şeklindeki açıklamayla destek verirken sevinç naraları atmamak için kendini zor tutuyormuş. Onlar ermiş muradına…
↧