Önce bir el gördüler ve “Ne güzel bir el,” dediler, “yere paralel uzanan bir el, tutulmayı bekleyen, dostluktan söz ediyor olmalı.” Oysa “D” harfiydi o el. Sonra bir kuş gördüler, “Tünemiş bir kuş, dimdik duran bir kuş, başı sola çevrilmiş.”“Kuş özgürlüğü simgeler,” dediler, “dünyanın her yerinde özgürlüğü simgeler.” Bir talih kuşu olabilir pekâlâ başlarına konmaya hazırlanan. Oysa “A” harfiydi o kuş. Ardından bir ağız gördüler, “ Açılmış bir ağız, besbelli konuşuyor.” Konuşan bir ağız olsa olsa demokrasiyi işaret eder. Oysa “R” harfiydi o ağız. Peşinden bir ayak gördüler, basbayağı bir ayak; işler ne güzel yürüyor, değil mi! “Yollar yürümekle aşınmaz.” Oysa “B” harfiydi o ayak. Sonra bir kaval gördüler, kamıştan yapılmış bir kaval. Akıllarına fareli köyün kavalcısı gelmiş hemen. Kavalcı bir kese altını alamayınca köyden başlamış mı kavalını yeniden çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar fırlamışlar mı evlerinden. Çalgıcı çocukları peşine takıp koparmış mı köylerinden. Oysa “E” harfiydi o kaval.Mısırlılar milattan üç bin yıl önce yazıyı buldular. Buldular bulmasına da işi yokuşa sürüp gizemli çizgiler, resimler, taslaklar, işaretler, şifreler, insanlar, hayvanlar, masal yaratıkları, bitkiler, meyveler, araçlar, elbise parçaları, örgüler, silahlar, geometrik şekiller, dalgalı çizgiler ve alevlerden harfler edindiler. Yedi yüz işaretten oluşan bu alfabeyi yazıp okumak her babayiğidin harcı değildi. Her işaretin özel bir nesneyi, belli bir sesi temsil ettiği bu yazının kâtipleri de neredeyse yazı kadar kutsal sayılırdı. Özel olarak eğitilen bu yazıcılar o kadar değerliydi ki, devlet yönetiminde saygın ve güçlü konumlarda bulunur, vergi ödemezlerdi. Sağdan sola, soldan sağa, yukarıdan aşağıya yazılıp okunabilen bir dili okuyup yazıyorlardı çünkü. Hayvanların ya da insanların yüzleri sola dönükse soldan sağa, sağa dönükse sağdan sola okunurdu hiyeroglif, yani kutsal yazı.Sazlardan yapılmış özel bir kâğıttı papirüs; onun üzerine yazarlardı. Ostraka, dedikleri kırık çömlek parçaları da kâğıt yerine geçiyordu Mısırlı katipler için. Fakat o kadar tatlı geldi ki yazmak, ne tapınak duvarlarını boş bıraktılar, ne mezar odalarını, ne tabutları. O vakit hatıra defterleri yoktu, anı levhalarına yazdılar. Tahtlarına, küplerine, çekmecelerine. Nil aktı, katipler yazdılar: “Nil’in taştığını görenler ürperir,/Tarlalar gülümser boydan boya…” Bazen suyu azalırdı Nil’in, kurumaya yüz tutardı, korkuya kapılırdı ülke. Kargaşa yaratırdı bozguncular. İşte o zaman fırçalarına ve mürekkeplerine sığınırdı şairler:“Allak bullak oldu ülkemiz:Bakırdan ok yapıyorlar bu günlerde,Kanlı ekmek bile kapışılıyor…İşte bakın, oğul babaya düşmanKardeş kardeşle kanlı bıçaklı,Öz babasını öldürenler var.Yüreklerde sözler alev alev;Ağızdan çıkan hiçbir söz hoş görülmüyor…”Dilin gücüne o vakit de inanıyordu şairler. Böyle zamanlarda daha da değer kazanan dilin gücüne. Kargaşayı olsa olsa dil sona erdirebilirdi. Kavgayı olsa olsa dil bitirebilir. Mürekkepleri döktüler de silinir korkusuyla, çiviyle kazıdılar kelimeleri taşa, unutulmasın. Bin yıllar sonra da okunsun. Bin yıllar sonra da ışık versin hikmet:“Güçlü olmak istersen söz ustası olDil, yiğit elindeki kılıç gibidir.İyi konuşan daha merttir iyi dövüşendenDize getiremezler yüreği cerbezeli olanı…”Eski Mısırlılar sözü gemiye benzetiyorlardı; dalgalara direnebilecek, pusulası doğru, dümenine dikkat edilmesi gereken bir gemiye:“Yüreğin pek olmalı, kafan azimle doluOynak olmasın dilin.İnsanoğlunun dili bir gemiyi andırır.Tanrı’nın elindedir o geminin dümeni.”Ve yeni sözler bulmak gerekiyordu, o gemiyi yüzdürebilmek için. Eski sözleri tekrarlayıp durdukça su alıyordu gemi. Pörsümüş sözcüklere toktu kulaklar. Din adamı Ankhu, söz sanatına dair şunları söylüyordu:“Kimsenin bilmediği sözler söyleyebilsem,Şaşırtıcı deyimler,Yepyeni, alışılmamış,Bilineni tekrarlamayan sözler;Önceki kuşaklardan,Atalardan aktarılmayan.Etimden kemiğimden süzüp sunuyorumİçimdeki tüm sözleri…”Etten kemikten süzülüp geliyordu özgün söz. Art arda sıralanıyordu kelimeler kimsenin duymadığı biçimde. Fakat şaşırtıcı bir deyim miydi “Darbe”, “Yepyeni, alışılmamış.” Bu yüzden mi dönmüyordu dili kimsenin. Bu yüzden mi “D”yi “el” sanıyorlar, “A”yı “kuş”, “R”yi “ağız”, “B”yi “ayak”, “E”yi “kaval”? a.ural@zaman.com.tr
↧