Çocuktuk, küçücüktük, daracık sokaklarda susuzduk. Günler uzun, hava sıcaktı, saatler geçmez, dakikalar bitmezdi. Açlığı, susuzluğu iliklerimize kadar hissederdik.Erik ağacının gölgesine sığınır, selviden yardım isterdik. Ama mutluyduk ve biraz da çocuksu da olsa bir kararlılık vardı içimizde. En güzel günlerimizi yaz Ramazanlarında yaşadık. Susuzluktan dili dışarı çıkmış çocuklardık. Boğazımız kurur, dudaklarımız çatlar, açlıktan iki büklüm olurduk da yine de niyetimizi bozmazdık. Tamam demiş, niyet etmiştik bir kere...Geniş geniş avlularında buz gibi suların ayaklarımıza aktığı müstakil evlerde, o evlerden oluşmuş mahallelerde hayatı birlikte yaşamanın ne demek olduğunu öğrendik. Akşamla gelen coşkuyu, bütün mahalle derin dehlizlerine kadar hissederdi. Herkeste bir iftar heyecanı, kadınların yemekleri yetiştirme telaşı, beylerin ağır aksak işten eve dönüşleri, çocukların gölgeliklere sığınmış, sürekli saate bakan halleri... Sofralar neredeyse hazır. Anneler, çocuklara yardım etmesi için çağrılarını sıklaştırıyor, evlerden evlere dolu tabaklar gidiyor, dolu tabaklar geliyor. ‘Yemeğin kokusu komşuya gitmiştir’ ikramlaşmasıydı bu. Ya da yaşlı olduğu için yemek yapamamıştır kaygısı da olabilirdi, tam bilemiyorum ama kimse yemeği sadece kendisi için yapmazdı. Zaten mahalle sadece Ramazan’da değil, her daim yardımlaşma demekti. Milletin kulağı ezanda ya da top sesindeydi. Bir oruç daha bitecekti.Uzun dakikalar geçmiş, güneş hararetini kaybetmiş, hafif esen rüzgâr, niyetimizde sebat etmemizin mükafatı olarak ezanın sesini ulaştırmıştı bize. Rahmet yağışından istifade serbestti artık. Suya ve yemeklere yumulmak üzereyken, ‘acele etme’ derdi dedem... “Rahmet yağarken, boğazının derdine düşme. Kim bilir kurtuluş beratın şimdi dağıtılıyordur, dua et.” diye tembihlerdi. Küçük ellerimiz ekmeğe değil, duaya uzanırdı. Karşımızda yemekler duruyordur, dudaklarımız susuzluktan kurumuştur ama ellerimiz duaya kalkmıştır. Kim bilir belki de kurtuluş beratı bu anda saklıdır. Yemeğe dalıp fırsatı kaçırmak olmaz.Yemeğin nasıl yendiği ve sonra sokaklara nasıl akıldığı hatırlanmazdı bile. Bakkal Şevki Abi’nin buzlu gazozunu içmeden hiçbir şeye başlanmazdı. Buzlu gazoz, hararetimize vurduğumuz son darbeydi. Artık teravihe hazırdık. Dedeler, babalar, kadınlar, çocuklar, kızlar, erkekler neredeyse bütün mahalle teravih namazına koşardı. Kim bilir, iftar anında kaçırdıysak, teravihin bir anında kurtuluşa giden bir yol bulabilirdik. Duaların kabul anını yakalayabilirdik. “Hayat boyu peşinden koşmamız gereken bir şeydir bu.” derdi dedem... Zaten bütün kainatın, bütün hayatın anlamı dua etmek, O’nu anmak ve aramak değil miydi?Hep heyecanla geldi, belki gidişine çok üzülmeyelim diye bayram verildi. Bu defa da gidiyor...Ey Ramazan, gidiyorsun, yine gel! Bunu saymayız. Rahmetinle gel, selametinle gel. Sükûnet getir, mağfiret getir, bağışlanma getir. Susuz benliğimize yağış ol. Sükûnet üflediğin ruhumuzun susuzluğunu gider, açlığını doyur. Çiğliklerimizi pişir, gözümüzü doyur. Tut bizi, bırakma! Böylece belki Allah bizi insan eyler.Ey Ramazan, gidiyorsun, yine gel! Hep gel, kıyamete kadar bırakma bizi.
↧