Cemaatler ve siyaset konusu, özellikle son yıllarda Türkiye’nin gündeminden düşmüyor.Bazıları, cemaatlerin sivil toplum kuruluşları olmadıklarını iddia ediyor; bazıları, cemaatleri siyasete fazla müdahil olmakla suçluyor; bazıları, cemaatler siyasetle ilgilenemez hükmü veriyor. Böylesi yargılamalarda cemaat denirken kastedilen, daha ziyade dinî/İslâmî cemaatler. Öyleyse meseleye cemaatlerin temeli olan Din açısından baktığımızda karşımıza çıkan gerçek şudur:Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Rasûl’ün (s.a.s.) misyonunu anlatan bir âyeti, Din’in de aslî temellerini ortaya koyar: “Size, kendi içinizde, bizzat kendinizden bir rasûl gönderdik: size (kendisine vahyettiğimiz, ayrıca iç dünyanızdaki, kâinattaki, eşya ve hadiselerdeki) âyetlerimizi okuyor, anlatıyor; sizi arındırıyor; size Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz (fakat bilmeniz gereken) ne varsa hepsini öğretiyor.” (Bakara Sûresi/2: 151) Bu tarif içinde Din’in temelinde Kelâm’ın ve Kudret’in vahyini, yani İlâhî Kitab’ı, insanı, kâinatı ve hadiseleri okuma ve anlatma; insanların zihinlerini yanlış bilgi ve kabullerden, kalblerini günahlardan temizleme ve insanlara Kitab’ı, hikmeti ve dünya ve bilhassa Âhiret saadeti adına bilmediklerini öğretme yatar. Tarihte bu temel misyonla gönderilen rasûller tebliğlerini yapmış ve ortaya üç netice çıkmıştır: Bazı rasûllere çok az insan iman etmiş, bir hicret imkânı da ortaya çıkmamış ve Cenab-ı Allah (c.c.), bu rasûlleri ve mü’minleri kurtararak, diğerlerini helâk etmiştir. Bazı rasûller, fert ve toplum temelinde içeriden bir ıslahat gerçekleştirmişlerdir. Bazı rasûller için hicret yolu açılmış ve onlar misyonlarına başka diyarlarda devam etmiş, bunlardan bazıları, ilk yurtlarını daha sonra muzaffer olarak Din’e dahil kılmışlardır.Görülüyor ki, siyaset ve siyasî iktidar, Din’in temelinde mutlak bir kaide olarak yoktur. Siyasî iktidar, ancak halkın kabulü ile olur; Medineli Ensâr, Peygamber Efendimiz’i (s.a.s.) liderleri olarak kabul etmemiş olsalardı, Peygamber Efendimiz’in bir Medine dönemi olmayacaktı. Siyasî iktidara yürümeyen rasûller, vazifelerini yine tam olarak yapmışlardır. Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) gibi aynı zamanda halife ve melik olan rasûller, bu vazife de kendilerine verilmeseydi yine rasûldüler. Din adına bu temel kaide sebebiyledir ki, İslâm tarihinde Hz. Ali efendimiz’den (r.a.) sonra Peygamberî hilâfet hilâfetin saltanatına dönüşünce Müslüman taban, ilim ve maneviyat etrafında kümelendi ve ortaya bir yandan bütün ihtişamlarıyla dinî ilimler, kevnî ilimler ve tasavvuf, diğer yandan, Müslüman tabanın kendisini cemaatler, tarikatlar olarak ifade etme vâkıası çıktı. Âlimler ve mürşidler, siyasetle aralarına belli bir mesafe koydular ve siyaseti nasihatlarıyla ve halk tabanı arkalarında olarak meşrû çizgiye yöneltmeye, meşrû çizgide tutmaya çalıştılar. Din’in sözü edilen temelleri etrafında bütün toplumu kucaklamaya çalışan cemaatlerin, tarikatların mensupları içinde elbette yönetim kademelerinde, hayatın bütün ünitelerinde yer alanlar da oldu ve her zaman da olacaktır. Dolayısıyla, İslâm’ın bugünlere gelmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde varlığını ve hayatiyetini korumasında asıl misyonu cemaatler, tarikatlar gördü. Bu, Din’in öz mahiyetinin sonucudur. O bakımdan, cemaatler, tarikatlar, en has ve gevşek dokulu sivil toplum kuruluşları olduğu gibi, varlıklarını Kıyamet’e kadar sürdürecek ve İslâm’ın on dört asırlık tarihinde yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskittikleri gibi, yine yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskiterek varlıklarını devam ettireceklerdir. ali.unal@zaman.com.tr
↧