Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin maruz kaldıkları musibetler ve mağlûbiyetler konusunda onların düşmanlarını suçlama yoluna gitmez; çünkü onlar, kendilerine göre yapmaları gerekeni yapacaktır.Meselâ, gerek Uhud’da, gerekse Huneyn’de bir ara maruz kalınan geçici yenilgiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim, bütün dikkatleri mü’minlerin mağlûbiyete sebep hatalarına çeker. Neden böyle yapar Kur’ân? Çünkü mü’minler için Allah’ın desteği ve galibiyet garanti edilmiştir.Evet, Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlerin mutlaka üstün olduğunu (Âl-i İmran Sûresi/3: 139); Allah’ın onları daima desteklediğini ve destekleyeceğini (Enfal Sûresi/8: 9, 12, 26); Cenab-ı Allah’ın kâfirlere mü’minler aleyhinde onların üzerinden aşıp geçebilecekleri, onları yenebilecekleri yol vermeyeceğini (Nisâ Sûresi/4: 141); bütün bunlardan dolayı mü’minlerin kendilerine bakmaları, kendilerini daima kontrol etmeleri gerektiğini, onlar tam hidayet üzere iseler sapanların sapmasının onlara zarar ulaştıramayacağını (Maide Sûresi/5: 105) okuyoruz. Esasen mü’minlerin mutlak manâda üstün ve kazanmalarının garanti olması, imanın, İslâm’ın hakikatine bir delildir. Öyleyse, bazı mü’min toplulukları hataları nisbetinde geçici mağlûbiyetlere uğrasalar da, eğer toplum olarak mü’minler özellikle kalıcı mağlûbiyetlere uğruyor ve üzerlerinden zillet damgası eksik olmuyorsa, bu demektir ki, o mü’minler, İlâhî yardıma ve üstünlük garantisine mazhar mü’minler olmaktan uzaktırlar. Böyle mü’min olabilmenin iki ana boyutu vardır. İlki, Cenab-ı Allah’a Din olarak tecelli eden hükümlerinde, emirlerinde ve yasaklarında itaat etmektir. Hz. Bediüzzaman (r.a.), “İman, hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden, kâinata meydan okuyabilir.” der. Müsbet manâda tarihî değişimler, hep hakikî imanı elde eden ve dolayısıyla kâinata meydan okuyan bir insanla başlamış ve o insanların rehberliğinde gerçekleşmiştir.İlâhî yardım ve üstünlük garantisine mazhar mü’min olabilmenin ikinci boyutu, Cenab-ı Allah’ın kâinatın işleyişi ve hayat için koyduğu kanunlara ittibadır. Meselâ, “tembelliğin, miskinliğin karşılığı sefalet; gayretin sevabı servettir. Sabrın, sebatın, meşrû yol-yöntemin mükâfatı zafer; zehrin cezası hastalık; panzehirin karşılığı sıhhattir.” Bunu bugün daha iyi anlama adına bir misal kâfidir: Birkaç yıl önce Danimarka’da Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) karikatürle hakaret krizi yaşandı. İslâm âleminden yükselen tepkiler karşısında ne dönemin Danimarka başbakanı, ne de karikatürü yayınlayanlar etkilendi. Neden? Koskoca Arap dünyasının süt ürünlerini Hollanda ve Danimarka sağlıyor; tavukları Brezilya’dan geliyor. Danimarka ve Hollanda, ikisi birlikte belki Türkiye’nin dörtte biri büyüklüğe sahip. Ama ülke olarak bırakın Arap dünyasının hayvanî gıda ihtiyacını karşılamayı, kendimiz bile bunlara bir ölçüde muhtaç bulunuyoruz. Ve şimdi o Danimarka başbakanı Rasmussen, NATO Genel Sekreteri, hem de itirazlarımızın lehinde mecburen oya dönüşmesiyle.Yüzlerde üzüntü ve alınlarda iki rekatlık hacet namazının olsun çizgisi, gözlerde yaş, avuçlarda dua izi yoksa, olunması ve yapılması gerekenin çok gerisinde isek, sadece tepki, tenkit, muhalefet, miting ve retorik kahramanlığının, gazete köşeleri ve televizyon ekranlarında yorum kahramanlığının ve daima başkalarını, ABD’yi, Sovyetler-Rusya’yı, İsrail’i, Avrupa’yı suçlamanın faydası olmuyor. Meselâ, İsrail aleyhinde en çok Ahmedinejad konuştu; ama İsrail’in koruma kalkanını kalınlaştırmaktan başka neye yaradı? Önce, evet önce, üstünlük garantisine sahip mü’min nasıl olunur, bunun yoluna bakmamız gerekiyor.
↧