O, mutsuzluğunun nedeninin sevdiğince terk edilmek olduğuna adı gibi emin. Bense, terk edilen insanların mutsuzluğunun saf bir şekilde bağlandıkları insanı kaybetmek olduğundan şüphe duyarım. Denklemin üzerine hemen atlamam: “Onu çok çok seviyordum, onu kaybettiğimden dolayı çok mutsuzum.”İnsanların ayrılmayı da bilmediklerini düşünüyorum içimden. Delikanlı güya ayrılmış. Karabatak gibi bir kayboluyor bir ortaya çıkıyor. Geldiğinde de tam gelmiyor. Gelir gibi yapıyor. “Geleceğe dair hiçbir umut veremem sana.” diyerek kendini garanti altına alıyor, bir süre oyalanıyor, sonra yine buhar olup uçuyor. Bu da ayrı bir mevzu, biz yine terk edilene dönelim.“Onu bırakmam gerektiğini, bir geleceğimiz olmadığını biliyorum. Ama yapamıyorum. Özlediğimde bazen ben mesaj atıyorum ona bazen o bana atıyor, ben cevap veriyorum. Karşı koyamıyorum kendime.”“Çünkü?” diye soruyorum o klasik cevabı bile bile. O zaman niye soruyorum ki bunu, malumu ilan etmek için mi? Bu soru beni bir yola koyacak da ondan. Yolun başlangıcı bu soru, yolun tümü değil. Bu yüzden seviyorum bu soruyu.“Çünkü onu seviyorum.”Hiç şaşmaz bu cevap. Evrensel bir doğruymuşçasına ezberindedir terk edilenlerin.Sevdiğin için mi...Seviyormuş. Hadi canım sen de. İçimden konuşuyorum kendi kendimle. Ona da açacağım düşüncelerimi, zamanı gelmedi daha. Kanıt toplamam lazım. Tamam seviyor birini ama kimi?Sonra, Allah yardım ediyor. Laf lafı açıyor. Güneş tepemde parıl parıl parıldayıp önümü aydınlatıyor. Gerçekler bir bir dökülüyor ağzından. Bu kadar kolay olacağını sanmamıştım.Konuşurken, pırlanta değerindeki sözlerini bir kâğıda kaydediyorum. Göz ucuyla yazdıklarımı merak edip okumaya çalışıyor ama kâğıdı kendime doğru çekiyorum. O mesafeden yazdıklarımı okuması zor artık.“Demek, sevdiğin için, seni bırakanı bırakamıyorsun, öyle mi?”Başını, evet anlamında hafifçe sallayıp yüzümü inceliyor, ne demek istiyor bu adam dercesine.Alt alta yazdığım cümlelerin olduğu kâğıdı onun önüne koyuyorum. Göz ucuyla öyle bir süzüyor ki kâğıdı, sanki orada yazılanların onunla hiçbir ilgisi yok. Başını kaldırıp yüzüme dikiyor şüpheli bakışlarını.“Kâğıtta yazılı olanları yüksek sesle okuyabilir misin lütfen?”İsteksizce okuyor:“Onunla çok keyifli vakit geçiriyorduk, artık bundan mahrumum.Beni bırakınca çok acı çektim. Acı çekmek istemiyorum.Beni nasıl bırakabilir ki? Bırakan ben olmalıydım, o değil.Hayatta istediğim ne varsa elde etmişimdir.Bu ilişkinin sürmesini istiyorsam sürmeliydi.”Bakışları hâlâ kâğıdın üzerinde. Yüzünü okumak zor; tüm anlamı onu terk edip gitmiş sanki. Ona göstermek istediğim şeyi kendiliğinden idrak edecek mi, merakıyla suskun kalıyorum. Bir ara bakışlarını kâğıttan alıp boşluğa salıyor, sonra yeniden kâğıda dönüyor. İçinden bir kere daha okuyor olmalı. Düşüncelerle boğuşuyor sanki. Mahcup bir ifade gelip oturuyor suratına. Ya da bana öyle geliyor.“Seni bıraktığına neden üzüldüğünü anladın mı?”“Ama ben onu seviyorum.” diye itiraz ediyor. Sesi iddialı ve tok, kararlı ve emin.“Ben de onu sevdiğini düşünüyorum. Ama kimi daha çok sevdiğinden pek emin değilim.”“Kimi mi? Başka kimse yok ki hayatımda.” diyor, sen beni dinleyip hiç anlamamışsın dercesine bir bakış fırlatarak.Uzun uzun düşünmeli“Kimi derken kastettiğim başka biri.”“Kim ki o başka biri?”“Sen.” diyorum.“Ben mi?” diye soruyor şaşkın şaşkın.Kâğıtta yazılı cümleleri bir kere daha, daha yüksek sesle okumasını istiyorum.“Şimdi” diye soruyorum “Onu mu daha çok seviyorsun yoksa kendini mi?”Tam bir cevap vermek üzereyken susturuyorum onu. “Hayır hayır, bunun üzerinde düşünmeni istiyorum. Hemen cevap verme. Uzun uzun düşün. Uzun uzun.”Uzun uzun düşünmeli insan: Seviyorum, derken, ne kadar onu sevdiğini, ne kadar ondaki menfaatini.Yazma sanatıNasıl yazar olunur gibisinden kitapları pek okumayı tercih etmem. Nasıl ki bir ayakkabı ustası olunacağını, kitaplardan öğrenemeyeceğimiz gibi, yazar olmanın yolunun da kitap okuyarak olmayacağına inanırım. Stephen King’in, Yazma Sanatı (Altın Kitaplar) bu tür kitaplara olan önyargımı kırdı. Geçen hafta kısa bir sürede bitirdiğim bu kitabın ilk bölümleri yazarın yazar olma serüvenini anlatıyor, sonraki bölümleriyse yazmaya dair yüreklendirici bilgiler sunuyor. Bir zamanlar alkol ve madde bağımlılığından muzdarip olan King’in, sarhoşluğu anlattığı bölümü alıntılıyorum:“Sarhoşluğun ne olduğunu anlamıştım... Belli belirsiz kükreyen iyi niyet duygusu, daha belirgin biçimde bilincinin bedeninden koptuğu ve bir bilimkurgu filminin kamerası gibi havada salınarak her şeyi filme aldığı duygusu, ardından bulantı, kusma ve baş ağrıları... Sadece bir aptal bunu bir kere daha denerdi ve sadece bir deli -mazoşist bir deli- içkiyi hayatının düzenli bir parçası haline getirirdi.”Ruhun yalnızlığıPsikiyatrist Eugenio Borgna’nın yazmış olduğu Ruhun Yalnızlığı kitabı masamın üzerindeki kitaplardan biri. Yani henüz okumadım, okumayı düşünüyorum. Kitap, yalnızlık üzerine iyi bir inceleme gibi görünüyor. Yazar, Yalnızlığın Gizleri isimli ilk bölümü Emily Dickinson’un bir şiiriyle açıyor:“Mekânın bir ıssızlığı vardırDenizin bir ıssızlığıIssızlığı ölümün, ama hepsi deKalabalık sayılır kıyaslandığındaDaha engin olan o yerleBir ruhun kendine açtığıO kutup mahremiyetiyle”
↧