Zaman’da ilk yazım 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ertesinde “Demokrasinin zaferi” başlığıyla yayımlandı.Şöyle diyordum: “AKP liderleri, İslamcı bir söylemden, insan hakları, özgürlük, AB standartlarında demokrasi ve ekonomi söylemine doğru büyük bir ideolojik dönüşümü gerçekleştirdiler. Türk halkının ezici çoğunluğunun dinî değerler kadar laikliğe ve demokrasiye de bağlı olduğunu görerek partiyi merkeze çektiler. Bu yolda, Erbakan ve çevresindeki miadını çoktan doldurmuş kadronun yükünü sırtlarından atma fırsatını kaçırmadılar… Aslına bakarsanız AKP de Türk demokrasisinin bir zaferidir. Radikal İslamcı bir tavırla siyaset sahnesine çıkan genç bir kadro, demokratik rekabetin zorladığı şartlar altında ve özgürlüğün herkese lazım olduğunu adım adım kavrayarak, ılımlı ve makul bir merkez sağ çizgiyi benimsedi…” (5 Kasım 2002)İlk iki iktidar döneminde AKP hükümeti, makro ekonomik istikrarı sağlayarak, kişi başına geliri 3.000 dolar düzeyinden 11.000 dolar düzeyine çıkardı. AB’ye katılım sürecinde yaptığı reformlarla, askeri vesayet düzenini geriletti, bireysel özgürlükler alanını genişletti, Kürt kimliğinin inkârına son verip barışçı çözüm yolunda önemli adımlar attı. AİHM’de ağır insan hakları şikâyetleri iyice azaldı. AB katılım müzakerelerine başlama kararı aldı.“Komşularla sıfır problem” politikasıyla Soğuk Savaş sonrası dünyaya uyum sağlandı. Çok yönlü siyasi ve ekonomik ilişkileriyle güçlenen Türkiye, AB ile arayı kapatmaya başladı. Müslüman çoğunluklu ülkede giderek güçlenen piyasa demokrasisi ve barışçı politikalarıyla uluslararası prestij kazandı. Başarıların mimarı Başbakan Tayyip Erdoğan da, büyük itibar sahibi oldu. Bazı konularda eleştirmekle birlikte, ilk iki döneminde AKP iktidarına destek verdim.Ne var ki, AKP iktidarının son genel seçimlerden sonraki performansı giderek sorgulanır oldu. “Hükümet çıraklık dönemine mi dönmeli?” (29.12.11) ve “Blair sendromu yaşanmasın” (05.01.12) başlıklı yazılarla uyarılarda bulunma ihtiyacı duymaya başladım. Eleştirilerim giderek arttı. Bugün gelinen noktada ise AKP iktidarının ilk iki dönemine nazaran tanınamaz hale geldiğini üzülerek müşahede ediyorum.Erdoğan’ın başkanlık sistemi ısrarı, bizi 12 Eylül anayasasına mahkûm ediyor. Ekonomide büyüme durma noktasına geldi. Demokratikleşme durdu: Yüzde 10 barajından vazgeçilmiyor, anadilde eğitim hakkı tanınmıyor, yerinden yönetim reformu yok, af yok… Sayın Başbakan giderek keyfileşen ve otoriterleşen bir tavır sergilemeye başladı. AKP, Müslüman Kardeşler’e esin kaynağı olacağına, sanki tersi varit oldu. Hükümet eleştirilerden ders çıkaracağına, eskiden olduğu gibi herkesi kucaklamaya çalışacağına, yükselen muhalefeti Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenlerin komplolarıyla açıklıyor, baskı önlemlerine başvuruyor, ya bendensin ya bana karşı tavrıyla toplumu kutuplaştırıyor.Dış ilişkiler hemen her yönde geriledi. AB ile ilişkiler tıkandı. ABD, Rusya, İran ile ilişkilerde sıkıntılar artıyor. Bölgede Arap devrimleri sonrasına uyum sağlanamadı. Suriye’de hesap tutmadı. Mısır’la ilişkiler kopma noktasına geldi. AKP sözcüleri dahi Ankara’nın uluslararası konumunu “değerli yalnızlık” ile açıklama noktasına geldi. Kısacası, içeride kutuplaşma, dışarıda yalnızlaşma Türkiye’nin bugün geldiği yer.Bu konum Türkiye’ye çok çeşitli riskler getiriyor. Gerek iç, gerekse dış politikada köklü değişikliklere ihtiyaç var. Seçimler çare değil, çünkü ana ve yavru muhalefet partileri çözüm vaad etmekten uzak. Umut AKP’nin kendisini yenilemesinde.
↧