Bugün birçok samimi insanı derinden üzen olayları anlayabilmenin bir yolu da geçmişe bakmaktan geçer.Osmanlı’da devlet siyasi ve idari hayatın merkezidir, Osmanlı memaliki padişahın ve padişahın şahsında hanedanın mülküdür. Padişah kendi mülkünde şerik kabul etmez. Mülk başkalarının eline geçmesin diye askeri ve sivil bürokrasi devşirmelere verilir. Şehzadelerin anneleri gayrimüslim kadınlardır. Sivil-medeni alan Şeriat tarafından korunduğundan sistem teb’aya büyük rahatsızlık vermeden yüzyıllarca işleyebilmiştir. Tabii ki padişaha rakipler çıkmadı değil. Köylü, işçi ve sınıf savaşlarının olmadığı Osmanlı’da çatışmalar beylerin ayaklanması sonucudur. Osmanlı, güçlenip devlet içinde varlık göstermeye başlayan beylere şöyle bir yöntem izler: İlkin isyan etmeye meyilli beye devlet içinde önemli bir görev/makam verir. Vezarete kadar giden bu yöntem genellikle işe yarar, bey ve etrafında toplananlar meydan okumadan vazgeçer. Eğer beyi makam bağışlamakla durdurmak mümkün değilse, “rakip bey veya beyler” çıkarılır. Beyler arasındaki rekabet padişahın lehine yani padişahın finanse edip kışkırttığı beylerin zaferiyle sonuçlanırsa yine mülk emniyet altına alınmış olur. Fakat makamla iktifa etmeyen, padişahın beylerini de alt eden dişli bir bey zuhur ederse bu sefer padişah son çareye başvurur, bir dizi riski göze alarak meydan okuyan beyin kellesini alır, malını-mülkünü müsadere eder. Osmanlı hukuk dilinde müsadere suçlu ilan edilen birinin mal ve mülkünün tamamına veya bir bölümüne el konulmasıdır. Beylerin isyan etmesi yanında suç işleyen, itaatsizlik eden, adı yolsuzluklara karışan, reayeye zulmedenlerin de malı müsadere edilir. Tarihi bağlamı içinde bu yöntemi “anlayabiliriz”. Ne var ki modern zamanların ulus devletinde ve postmodern dönemin yeni politik kültüründe bu yöntem anakroniktir, iktidardaki siyasetçilere zamanlarını şaşırtır. Ulus devlet bizzarure ve bilmecburiye egemenliğinin bir bölümünü, a) Yerel kimliklere ve birimlere (Kürt sorununda gelinen nokta, çözüm süreciyle ilgili yapılan reformlar); b) Küresel güçlere (iktisat politikaları küresel ekonominin gereklerine göre düzenlenmektedir, büyük kentler küresel sermayeye göre şekillenmektedir); c) Bölgesel entegrasyonlara (idari ve hukuki alandaki reformların yol haritası AB üyelik süreci içinde şekillenmektedir) ve d) Sivil topluma devretmek durumundadır. Devlet artık tek başına mülkün tamamını kontrol edemez, esasında toplum ve siyaset artık “mülk” addedilemez. Böyle olunca sivil güçler ve cemaatler devlete değil, ama siyaset ve kamu politikaları tespit edilirken karar süreçleri ve karar mekanizmaları üzerinde etkili olmak istiyorlar. Bu bir zarurettir ama Osmanlı’nın mülk mirasını devam ettiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendini mülkün yegâne sahibi, maliki görüyor; ortaya çıkan ortakları, paydaşları rakibi gördüğünden giderek kendisi de “bir cemaat kimliği”ne bürünüyor. Yerel-yöresel kimlikler, küreselleşme ve bölgesel entegrasyonların ulus devletten aldıklarını sıraladık. Şimdi en son konuya gelmiş bulunuyoruz: Sivil toplum siyasi iktidarı hangi alanlarda ve hangi ölçeklerde etkileyebilecek? Bizdeki “sivil toplum”un Batı’dakiyle ilişkili olmadığını, benzer taraflarının hayli az olduğunu, bizde eğer “sivil alan ve sivil toplum”dan bahsedilecekse bu alanın ve toplumun “din” tarafından belirlendiğini, dolayısıyla ilk ve sahici siyasi taleplerin Türkiye’deki cemaat ve tarikatlardan geleceğini hesaba katmalıyız. Cemaat ve tarikatların tabii ki kendilerini “yürütme”nin yerine koymaları düşünülemez, bu doğru ve haklı talep değildir. Ancak karar süreçleri ve mekanizmaları üzerinde etkin olmak istemeleri sistemin adaletle, rıza ile ve icap ve kabule göre işlemesi bakımından elzemdir. Türkiye siyaseti bu durumu doğru kavrayamazsa anakronizm onu toplumsal çatışmalara sürükler, Osmanlı’daki gibi devleti elinde tuttuğunu düşünen muktedirler haksızlıkların altına imza atarlar. Ama toplumu karar süreçlerine ve siyasete katabilirlerse Türkiye belki de sadece Ortadoğu’ya değil, çoğulculuğu siyasi alanla sınırlayan Batı demokrasilerine de ilham kaynağı olur.
↧