İran’ın nükleer programıyla ilgili anlaşma kotarıldığında, AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İran ile BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi artı Almanya arasındaki zorlu müzakerelerde koordinatör ve moderatör olarak yapıcı rolü sebebiyle takdir topladı.Pek çok gözlemciye göre, Ashton’ın performansı AB’yi oyunun içinde tuttu. Bu, genelde temelden farklı hedefler güden 28 AB üyesi devlet adına politika yürütmek zorunda olduğu göz önüne alındığında, oldukça büyük bir başarı. Ashton, AB dış politikasını formüle edip sunarken, bir yandan, hâlâ küresel sahnede özerk rol oynama hırsıyla tutuşan Britanya ve Fransa gibi eski sömürgeci güçleri, diğer yandan, güçlü pasifist karaktere sahip ağır top Almanya ile İsveç, Finlandiya ve Avusturya gibi uzun zamandır tarafsız ülkeleri tatmin etmek zorunda. Ashton, tüm üye devletleri ortak bir pozisyonda uzlaştırmanın üstesinden geldiği takdirde, başarılı olabilir. Dolayısıyla, ancak perde arkasında dört yıllık sıkı çalışma ve AB’yi uzlaştırmak için bir dizi başarısız girişimin ardından bunu becerebilmesi sürpriz olmamalı. Ashton, nihayetinde iki zafere imza attı: İran anlaşması ve onun öncesinde, her iki ülkenin de AB üyesi olmasının yolunu açan, Sırbistan ile Kosova arasındaki tarihi işbirliği anlaşması.Pek çok Avrupa başkentinde merkezleri olan önde gelen düşünce kuruluşu Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) ise geçen hafta yayımladığı politika belgesinde, AB’nin bugünün dünyasında baskın rol oynamakta giderek daha zorlanmasının bir sebebi daha olduğu sonucuna vardı: Gücün dönüşüp el değiştirmesi ve küresel siyasi uyanışa sahne olan çağımızda önemini yitiren kavramsal kaidelere dayanan AB stratejisinin miadı doldu. ECFR, geçmişte merkezi önemi haiz olan ama bugün Avrupa’ya köstek olan altı fikir saptadı. Bunlardan biri ve Türk perspektifinden en ilginci, AB’nin yumuşak gücünün –insanların Avrupa örneğini kopyalamak istediği varsayımının- sınırları. AB’nin 2000’lerin başında Orta ve Doğu Avrupa’ya genişlemesine koşut olarak, bu yumuşak güç, aday ülkelerin politikalarını şekillendirmekte oldukça etkiliydi. ECFR’ye göre, AB ile yakın ilişkiler vaadi, hâlâ Batı Balkanlar’daki bir avuç küçük ülke üzerinde işe yarayabilir. Ama bunun ötesine çıkıldığında, mesela Ukrayna ve Kuzey Afrika’da, AB, kıyaslanabilir bir baskı gücü edinmekte zorlanıyor. Avrupa’nın yumuşak gücünün zayıflaması, ECFR’ye göre, aynı zamanda, Avrupa’nın çevresinde giderek daha sık karşılaştığı “yumuşak güç rekabetinin” bir sonucu. Suriye’de başka güçlerin yanı sıra Suudi Arabistan, Türkiye ve İran arasındaki vekalet savaşından kendi doğusunda, bugünlerde Kiev’de tanık olduğumuz üzere, Rusya ile jeopolitik rekabete kadar… ECFR’nin sözleriyle:“Diğer bölgeler ve güçlerin, giderek daha özgüvenli ve politikalarını Batı ile ilişkilere dayandırmaya daha az istekli olduğu bir dünyada, Avrupa’nın yumuşak gücü, tükenen bir kıymettir. Bu, Avrupa modelleriyle değerlerinin AB’nin çevresine ve daha ötesine ‘geniş kapsamlı’ ihraç edilmesini temel alan her türlü strateji önündeki ana engeldir. AB, değerlerinden vazgeçmemeli. Ama Avrupa’nın hem doğu hem güney çevresi, ideolojik, finansal ve siyasi alanda yüksek rekabetin devam etmesine hatta gelecek yıllarda daha da büyümesine meyilliyken, bu değerlerin yayılmasını en iyi ne şekilde teşvik edeceğini yeniden düşünmeli.”Yazarlar, doğrudan Türkiye’ye atıf yapmamış, ama bu etkenlerin bazısının Türkiye’nin sorunlu AB üyeliği sürecinde de rol oynadığı aşikâr: Fazla şişmiş bir özgüven hissi, bölgeye dair güçlü hırslar, Batı ile ne ilişkisi olduğuna dair muğlâklık ve diğer seçeneklerin daha çok şey vaat ettiği fikri ya da bazılarının deyimiyle yanılsaması. Avrupa’nın kendi stratejik eksikliklerini aşmayı başarıp başaramayacağını ve Türkiye’nin dönüp dolaşıp tüm diğer seçeneklerin daha az cazip olduğunu fark edip etmeyeceğini zaman gösterecek.
↧