1- Dengesizlikte nefsanî bir cazibe var. Ruh dengeyi sever, nefs sevmez. Ruh dengeden beslenir; nefs, dengesizlikten. Akıl ikisi arasında doğru seçimleri yaparak iradeyi, ilkeli özgürlüğe sevk etmek durumundadır. Nefs ise; ilkesiz serbestlik, yani “derbederlik” yönünde onu etkilemeye çalışır… Bu mücadeleyi ve etkileşimi sonuçlandıramayanın kişiliği henüz oluşmamış demektir. Kişilik kompleksine bağlı tepkisel acayiplikler ve asabiyetler, aslında kişiliğin oluşmadığını gösteren belirtilerdir.2- Manzaramız tek cümleyle şöyle özetlenebilir: İtidal yok ve itidal olmayınca her şey nasıl var olabilecekse öyle var, o kadar var.3- Kavramların ve insanların israfı yanında maddenin israfı hiçbir şey değil.4- Sevgisi olanın sezgisi de olur.5- Kavramlar yalnızlığı sevmez, yalnız yaşayamaz. Bir kavramda birçok kavramın payı vardır. Aralarındaki ilişkiler bu paylara doğru uzanır. Hiçbir kavramı izole ederek anlayamazsınız. Kavramları anlamak da insanları anlamaya benzer. Kendi içinizdeki ışıkla onun içine gireceksiniz, yapısındaki payları, ilişkileri, derinlikleri, genişlikleri şöyle bir seyredeceksiniz. Özünü doğru yorumlarla içselleştireceksiniz.6- Tasavvufun özü aslen tefekkür halinde tecelli eder. Pratik alakalar, o seviyeden pek fazla nasip almaksızın talî faydalar sağlamakla sınırlı kalabilir. Ama tasavvufun özünü ve hakikatini o faydalarda değil, fikrî tecelliyatında arayacaksınız. Adabı, tevazuu kadrince öğrenirsin, neşveyi nasibince tadarsın ama sen İmam-ı Rabbanî’yi anlayamazsın da anlatamazsın da. Adam felsefeden mezun oluyor, Kant’ı, Descartes’ı, Spinoza’yı doğru dürüst bilmiyor. [...] Bilmemesi de anormal değildir. Okulda sadece öğrenmenin yolu öğretilir, ötesini kendi gayretinle ve aklınla öğreneceksin. Tasavvuf o felsefeleri çok aşar ve onlardan çok daha zordur. Dolaşarak, gezerek, yalnız kalmaktan korkarak, okumaktan kaçarak sen nasıl bileceksin tasavvufu. Ortalama bir yazıyı bile sökemiyorsun. Halin var ama “hal mağlubu” diye de bir şey var. Temkinsiz hal, liyakatten çok himaye ihtiyacına delalet eder.7- Bizde hep yargının bağımsızlığı konuşulur. Halbuki asıl meselemiz yargının tarafsızlığıdır. Ve yargının bağımsızlığını statülerle halletmek kolaydır; halbuki tarafsızlığı “kültürel-fikrî-demokratik gelişme” seviyesinin yükselmesine bağlıdır ve gerçekleşmesi zaman ister, gayret ister, düşünce üretme cehdi ister.8- Bizim hayatımız, bir aldanışlar ve aldatışlar meşheri… Aldatanlar da aldanmışlar arasından çıkar. Cehaletin diyalektiği böyle yürür…9- Bilgilerin olgunlaşması beklenir, teorilerin de hayat testinden geçmesi. Bu bekleyiş sırasında da “ihtiyatkâr bir tevazu” içinde düşünülür. Biz, tam tersini yapıyoruz: Her yeni bilgiyi, önce, mutlakmış gibi fikrî yapımızın kesin parametresi haline getiriyoruz; birkaç nesil bu sarsıntı içinde yaşadıktan sonra “Galiba bir yanlışlık var.” diyoruz. “İlmî bilginin yanlışlanabilirliği” kavramını tanımadan ilmin de, aklın da, insanın da canına okuyoruz.10- Hayatın bütünlük sırrıyla ilgili hakikatler, saygısız ve had bilmez tecessüslerden hiçbirine en küçük bir fetih nasibi dahi vermez; onları, taşıdıkları bilgilerin ortasında düşünce kemiği haline getirerek cezalandırır.11- Çok güzel olmayıp da şahsiyetiyle çok güzelden daha güzel görünen bir “tip”le karşılaşıyor mu gençlerimiz? Estetiğin ruhunu, iç boyutunu öldürdük. Manken gibi güzel, sunucu gibi güzel. Başka güzel yok! Efendim, bu bir “bunalım” sebebidir işte, bırakın lojikleri falan… Güzel, öyle olur! Öyle güzel görünmek için, güzelliğin dünyasına girmek için, neler-neler lazım! Buyursun bunalımlar! Sevginin, güzelliğin, realiteyi aşan zenginleştirme sırlarıyla alakası; bizde ne edebiyata konu olur, ne denemelere, ne sohbetlere, ne dolaylı telkinlere, ne günlük hayatın akışındaki örneklemelere. Ama, beğenmediğiniz geçmişte olurdu bunlar. Şu veya bu ölçüde olurdu. Asıl yaramız buradadır.
↧