Benzerlikler, ortak noktalar aramak, her nedense, sadece bizim değil, bütün insanların hiç sevmediği bir şey. Hep ayrılıkları, farklılıkları düşünüp konuşuyorlar. Böyle yaptıkları için de, geçinemiyoruz, sürekli gerginlikler içinde mutsuz oluyoruz.Pozitif bir değer, bir hal üretmek için; bir şeyleri estetik bir dikkatle yan yana getirmek, dengelemek, birbirine tutunmalarını sağlamak gerekir. İnşa ve terkip böyle olur. Sadece binalar değil, hayatî bütünlükler, beraberlikler, güzellikler böyle inşa edilir. “Terkibî inşa” böyle bir şeydir. İnşa etmek, geliştirmek, bakımını ve onarımını yapmak; bir hayat tarzının ifadesidir, bir kişilik yapısının harcıdır. Pozitif kişilik yapısına sahip bulunanların doğal hali böyle yansır; onları gördüğünüz zaman bir rahatlama hissedersiniz. Eğlenceli güleç insanlar olmasalar da, güven ve huzur telkin eden bir görünümleri vardır. Size hep iyi şeyler düşündürürler. Fıtrî ihtiyaç ve yöneliş böyledir ama fıtrata aykırı alışkanlıklar zaman içinde bizi öyle olmaktan uzaklaştırır. Hırçınlık, iticilik, bencillik, mücadelecilik-kavgacılık yönelişleri karakterimizi sarmaya başlar. Bir yabancılaşma hali, bizi hâkimiyeti altına alır. Bu, anî değil, kademeli bir biçimde gerçekleşir. Siz, gelişiyoruz zannederken, bazı derin zaafları meziyetmiş gibi benimsediğinizin farkına varmazsınız. Müşterek bir benzeşme ortamı oluştuğu için de, herkes aynı şeylerden şikâyet ettiği halde kimse kendi durumunun anormalliğini hatırlatıcı bir kıyas uyarısı algılayamaz. Yaşanan “fıtrat dışı” hayat normalmiş gibi gelir. İnsanlar nefsini ve çıkarını koruma kaygısını, tutkusunu öne çıkarır. Bu psikoloji o kadar siner ki üstüne başına; yolda yürürken yahut bir yerde otururken bile, bir korunma ve muhtemel tehlikelere saldırıyla karşılık verme duruşu onun normal estetiğini bozar. Sevgiyle, sempatiyle ve empatiyle bakmak yok, “acaba benim yardımımı gerektiren bir durum var mı burada?” bakışı yok. Biraz ondan farklı konuşursanız; hemen dikilir, gardını alır. Hele eleştirirseniz, hele hele uyarmaya çalışırsanız; şartlarının elverdiği bir taarruz biçimiyle hemen eyleme geçer. Bazen küser konuşmaz, bazen incitir, yatkınlığı varsa ve uygun görürse kavgayı da hemen göze alır… Bu türlü potansiyel olumsuzluk tipleri hem son derece çoğalıyor, hem de herkeste onlara benzeme eğilimleri uyandırıyor. Okuldaki çocuklarda da, sokağın akışında da, ailevî ilişkilerde de, siyasette de, sporda da “olumsuzluk tipleri”nin etkilerini görmek mümkün. Evet, sevgi gönülde yaşar. Ama böyle bir toplumsal ortamın böylesine negatifleşmiş bireylerinin gönlünde yaşayamaz sevgi. Sevgi, uygun ortam, uygun atmosfer, uygun toprak ister, aynen çiçekler gibi… Beslenmek, bakım, özen, düşünce ister… Bir şehri şöyle bir harmanlayıp “burada sevgi yok” demeniz mümkündür; kimsenin gönlünü kalbini açıp bakmaya lüzum yok. Sevgi var ise, onun ışıkları şehrin sokaklarında, evlerinde, okullarında, kurumlarında, meydanlarında görülür, fark edilir. Esasen, sevgi ile düşünce arasında çok sık çok hayatî bir ilişkiler ağı vardır. Sevginin var olduğu yerde, düşünce de var olur; düşünce yoksunluğunun ve çoraklığının yaşandığı bir yerde, sevgi devre dışıdır, küllenmiştir, yok gibidir. Tabii burada itidalli ve samimî düşünceden söz ediyorum, düşünüyormuş gibi rol yapmayı mümkün kılan konjonktürel moda ve taklit gevezeliklerinden yahut ideolojik zıpırlıklardan değil. Düşünce diye yazıp söylediklerimizde de mimari yapı olarak diktiklerimizde de var olan çirkinlik, terkibî inşa bilincinin olmayışından kaynaklanıyor. İtidalsiz iddia ve inatlar, terkibi inşa bilincinin yokluğundan doğan gülünçlüğe boyun eğmek zorundadır.
↧