Tıpkı ‘milli birlik ve beraberliğe’ duyulan ihtiyaç gibi Türkiye’nin içinden geçtiği ‘kritik süreçler’ de bitmiyor. Her ne kadar ülke yolsuzluk soruşturmasıyla sarsılsa da son günlerini yaşadığımız 2013 yılı en az bunun kadar önemli pek çok gelişmeyle doluydu.Tam geçen yıl bugün Başbakan, Öcalan’la görüştüklerini açıkladı. Daha önce akamete uğrayan çözüm sürecinin dikensiz gül bahçesi olmayacağı elbette belliydi. Yıl içinde Öcalan’ın silahların susması çağrısı dâhil tarihi gelişmeler olsa da PKK’dan bir silah bırakma kararı gelmedi. Tam aksine Karayılan, ‘profesyonel gerilla’ sistemine geçtiklerini duyurdu, şartlarını yerine getirmeyen hükümeti tehdit etti ve PKK/KCK bölgede ‘paralel devlet’ yapılanmasını kurmaya devam etti. Bu gerçeklerden bahsetmek bile barışı sabote etmek gibi yansıtılsa da insan gözlerini kapatınca sadece kendisine karanlık yapar. Artık canların heba olmamasından mutlu olmamak mümkün mü? Ne var ki gönlümüzden geçenle olanı ayırt edebilmek farklı şeyler.Çözüm sürecinin nasıl bir yol haritası olduğunu, aşamalarını ya da verilen sözlerin içeriğini bilmiyoruz, kaç kişi biliyor ondan da emin değilim ama bizim Kürt meselemiz bölgenin kaderinden ayrı düşünülemez. Sınırlarını tahmin etmek için erken olsa da zamanın ruhu şimdiye kadar fazlasıyla mağdur olmuş Kürtler için Kuzey Irak’ı aşan daha geniş bir özerk bölgenin uzak olmadığını bize anlatıyor. Türkiye’ye düşen Kürtlere tüm vatandaşlık haklarını zamanında vermekti ama bu fırsat kaçırıldı.2013, askerî vesayetin geriletilmesi açısından da tarihî bir yıldı. Ergenekon ve Balyoz davalarında ilk kez üst rütbeli generaller mahkûm oldu. Davaların meşruiyetini sorgulatma yönündeki çabalar nispeten başarılı olsa da Türkiye ilk kez dokunulmaz sanılanlardan da hesap sorulabileceğini gördü. Bol ajitasyona şahit olduk ama darbe planının oyun olmadığı ve gerçekleşmesi halinde vahim sonuçları olabileceği anlaşıldı. 2013’e damgasını vuran olay ise, Gezi olaylarıydı. Normalde bir ilçe belediyesinin diyalogla çözebileceği bir sorun, açıklanması mümkün olmayan polis müdahalesiyle büyük bir itiraz dalgasına, kendisine kanal bulamayan birikmiş öfkenin dışarı çıkmasına yol açtı. Çamlıca Camii projesi dahil örnekleri gitgide artan ‘ben yaptım oldu’ diyen ve dayatmacı anlayışa tepki ne kadar haklıysa olayların şiddete dönüşmesi o kadar gayrimeşruydu. Başbakanlık ofisine yürümeye çalışmanın mazur gösterilebilecek hiçbir yanı yoktu. Şehirleri saran tencere-tava sesleri ve ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganları toplumun önemli bir kısmına 28 Şubat’ı ve 2007 sürecini hatırlatınca Gezi’nin başlangıçtaki meşruiyeti büyük yara aldı. Ne var ki baskıyı mazur göstermek için ortaya atılan ve toplumsal dinamikleri yok sayan faiz lobisi korkusu da komik derecede temelsizdi.Bu sürecin hükümete en büyük faturası ‘Türk tipi’ başkanlık sistemini (artık o her neyse) rafa kaldırmak zorunda olması oldu. Zira şimdi bile kuvvetler ayrılığı prensibinin ne kadar ihlal edildiğini ve Başbakan’ın ‘yetkim olsa HSYK’yı anında yargılarım’ dediğini görünce insan başkanlık sisteminden zorunlu vazgeçişin hayırlı olduğunu düşünmeden edemiyor. Bu arada, Gezi sürecinde Cumhurbaşkanı’nın sağduyulu yaklaşımının adeta bir emniyet sübabı işlevi gördüğünü de not etmeli.Dış politika, Suriyeli mülteciler, İstanbul’un ranta teslim olması, yeni anayasa yapılamaması ve kamuda başörtüsüne özgürlük gibi hayatımızı doğrudan ilgilendiren konulara değinmeye yer bile kalmadı. Sadece bu kadarıyla bile ne seneydi ama!
↧