Pazar akşamı, Taksim’de Habertürk’ün önündeki kalabalığın yanından geçerken yıllar öncesini, ta 70’li yılları hatırladım.Gençliğimiz bu türden eylemler içinde geçtiği için, kitlelerin psikolojisini biliyorum. Biraz cesur, biraz da kendinden emin biri o kalabalığı istediği yere sürükleyebilirdi. “Hükümet istifa” ve “katil iktidar” sloganlarının yanında, Habertürk’ün camlarına atılan taşlarla sınırlı bir şiddet bile ürkütücüydü. Girişte, elinde motosiklet kaskı uzunca boylu biri, özel güvenliğin şefiyle pazarlık yapıyordu. Kapının içinde mücrim gibi bekleyen üç-beş silahsız özel güvenlik görevlisini gösterip “Bunları hemen çekmenizi istiyoruz.” diyordu. Çok acemice ve çok çocuksu bir yönetimdi. Kitle eylemlerinde öfke, asıl sevk ve idare eden güçtür. Birdenbire sizinle aynı öfkeyi paylaşan insanlardan meydana gelen koskoca bir bütünün parçası haline gelirsiniz. Birey olarak kişiliğinizi o kitlenin içinde eritip, o kitle kadar güçlü ve yıkıcı olursunuz. Yalnız, kimsesiz, çaresiz insanlar için mükemmele ulaşma halidir bu. Sizi yok sayan, ezen, kızdıran, istediklerinizden mahrum bırakan her ne ise onu yıkıp, yok etme fırsatı elinize geçmiştir. Sonrası, müthiş bir terapi, rahatlama ve kendini gerçekleştirme duygusu. Ödediğiniz tek bedel frenleri koyverip o kitleyi saran öfkenin kucağına kendinizi bırakmak ve sizi yönetmesine izin vermektir. Öfke kitleleri yönetir ama sonucu pek kolay kestirilemez. Başbakan’ın öfkesi ise hesap edilmiş bir sonuca odaklı. Başbakan, öfkeyi sadece bir “hitabet sanatı” için değil, aynı zamanda “siyaset sanatı” olarak da kullanıyor. Öfkeli kitleleri, öfke ile durdurmaya kalkıyor. Yalnız bu öfke, kitlelerinki gibi doğal, anlık ve provokasyonlara açık değil; kontrollü, dengeli ve hesaplı. Kitlelerin öfkesinin sebepleri, Başbakan’ınkinin ise sonucu önemli. Masum insanî talepler orantısız şiddetle karşılandı ve öfkesi yüksek tepkiler doğurdu. Bardak doldu, taştı ve devrildi. 11 yıllık AK Parti iktidarına karşı, biriken ve partilerde temsil edilemeyen muhalefet keskin bir şekilde kendini ifade etti. Sonra, profesyoneller yani marjinaller devreye girerek bu öfkeden hisselerine düşeni kapmaya giriştiler. Sonuç belli: Şiddet büyüdükçe toplumsal destek azalacak, ortada sadece marjinaller kalacak ve isyan ateşi sönecek. Peki kontrollü güç yönetimi? Yani Başbakan’ın krizi tırmandırarak çözme stratejisi nereye varacak? Türkiye’yi saran Gezi Parkı İsyanı’nın varacağı yeri kestirebilmek için bu hesaba eğilmek lazım. Başbakan geri adım attı mı? Evet attı. Söylenen sözlere değil, yapılanlara bakın. Taksim Gezi Parkı’ndan polisin çekilmesi bir geri adımdı. Sözleri ise bir öfke yönetiminden ibaret. “Başbakan anlamadı” diyenlerin, daha öteye geçip bu siyaset tarzını anlaması lazım. Başbakan anlık duygusal tepkiler vermiyor, ince ayar bir mesajlar kümesini önümüze koyuyor. “Boyun eğmem, geri adım atmam” diyor, protestoların gerekçesinde ısrar ediyor. Topçu Kışlası’nı Gezi Parkı’na inşa etmek, AK Parti için çok mu önemli? Elbette değil; ama dediğini yapmak ve üzerine gitmek Başbakan için bir güç gösterisi. Krizi tırmandırıyor. “Çapulcular” ve “alkolikler” hitabıyla, protestocularla kendisini kutuplaştırıyor. Niçin? Kendi kitlesel desteğini harekete geçirmek için. Mesajların arasına, Taksim’deki kilisenin önünü kapatan dükkânları kaldırmak gibi zarif bir ayar ekleyerek, dünyaya ince bir mesaj veriyor. Bu hesap doğru okunmalı. Başbakan toplumu kutuplaştırıyor. Suadiye örneği ile “Yıllar boyu bu ülkede ezilenler bizim gibiler oldu” diyerek “biz ve siz” dikotomisi oluşturuyor. Sessiz çoğunluğu devreye sokuyor ve protestocuların karşısına yerleştiriyor ve dengeyi kuruyor. “Başbakan, sadece kendisine oy verenlerin değil bu ülkenin tamamının başbakanı değil mi?” diye itiraz etme hakkınız elbette var. Başbakan öfkeyi, inatlaşmayı ve kutuplaştırmayı bir siyaset tekniği olarak kullanıyor. Doğru mu? Yanlış. Başarılı mı? Evet. m.turkone@zaman.com.tr
↧