Taksim Meydanı’nın çatışmalara sahne olduğu ilk günün ertesinde, cumartesi sabahı Hollanda radyosunun bana yönelttiği ilk soru şu oldu: “Bu protestolar, daha önce Arap aleminde tanık olduklarımız nev’inden bir Türk baharının başlangıcı olarak mı görülmeli?’’Soru, gazetecinin Türkiye’ye bakmak için kullandığı çerçeveyi net biçimde yansıtıyordu ve bunda tek başına değildi. Uluslararası medyanın tamamı aynı eğilimle dolup taşıyordu; ilk içgüdüsel tepkiyle Türkiye 2013, Mısır 2011’le ve Taksim, Tahrir’le kıyaslanıyordu. Bu yaklaşımın temel unsurları benzerliklere dayandırılıyor, ama merkezi bir meydandaki protestocular ile onları çıkarmaya yönelik polis vahşeti gibi en bariz olanların da ötesinde benzerlikler: İlk olarak, görevdeki hükümetin nüfusun büyük kesimi nezdinde meşruiyetini kaybettiği, ikinci olarak, siyasi liderliğin yurttaşların çoğunun dert ve tasalarından kopuk bir tür diktatörlüğe dönüştüğü algısı.Beni burada ilgilendiren, bu değerlendirmelerin bir anlam taşıyıp taşımadığı değil. Bana sorarsanız, taşımıyor. Türkiye Mısır ile kıyaslanmamalı. 2011’in Devlet Başkanı Mübarek’ten farklı olarak, Türkiye Başbakanı Erdoğan şeffaf ve adil seçimlerle üç kez seçildi ve hâlâ ortalıktaki en popüler siyasi. Arkasındaki destek de ekonomik patlamaya ve Türkiye’nin 10 yıl öncesine nazaran her alanda çok daha iyi durumda olduğu hissiyatına dayanıyor. Dolayısıyla bu kolaycı kıyaslamaları boşverin. Zaten Türkiye dışındaki medyanın çoğu da, işlerin başta düşündüğünden daha karmaşık olduğunu fark ettiğinde, kolaycı kıyaslamalardan vazgeçiyor.Burada asıl önemli olan, öncelikle bu paralelliklerin kurulabiliyor olması. Anlaşılan, yabancı gözlemcilerin çoğu, Erdoğan’a, hiçbir şekilde eleştiriye tahammülü olmayan, toplumsal desteğini kaybetmiş ve Mübarek gibi, bu yüzden yoğun sokak protestolarının hedefinde bir modern zaman sultanı olarak bakmaya başlamış. Tekrarlıyorum, burada önemli olan gerçeklik değil, algı. İki yıl öncesine nazaran, Erdoğan’ın Türkiye dışından nasıl görüldüğünde net bir kayma var: Erdoğan, ülkeye refah ve daha fazla demokrasi getirmiş güçlü ve başarılı bir siyasi liderken, Türkiye toplumunun geri kalanına kendi muhafazakar değerleri ve yaşam biçimini dayatmaya çalışan otoriter bir siyasetçiye dönüştü.Bu algının sadece kısmen doğru olduğunu yahut muhaliflerin görüşlerine gereğinden fazla değer verirken ‘sessiz muhafazakar çoğunluğun’ görüşlerini yeterince hesaba katmayan seçici gözlemlere dayalı bir abartma-çarpıtma olduğunu savlayabilirsiniz. Bu itirazların hepsi doğru olabilir, ama sonuçta, olgular kadar algılar da önemlidir. Yurtdışında ve asla iktidar partisine oy vermeyecek Türklerin yüzde 50’si nezdinde.İnsanların Twitter yüzünden yanlış yönlendirildiklerinden durumu tam anlayamadıklarını ya da diğer yarının hâlâ güçlü desteğinin bulunduğunu iddia etmek faydasız. Bunlar, Erdoğan’ın mesajı almadığını gösteriyor. İçinde bulunmaktan hoşlanmadığı bir durumdan blöf ya da kabadayılıkla çıkabileceğini ya da hor gördüğü muhalif görüşleri elinin tersiyle itebileceğini düşünmeye devam ediyor.Neyse ki, Cumhurbaşkanı Gül daha iyi anlıyor. Muhtemelen ortalıkta uçuşan karşılıklı ithamların hepsiyle hemfikir olmasa da, Gül, algıların gücünü fark etti, itidal ve müzakere tavsiye etti. Umalım ki, gelecek günlerde, diğer AKP liderleri, yeni bir haşin suçlama ve Taksim ile diğer yerlerde polis vahşeti turunun, sadece yurtiçinde ve yurtdışında varolan olumsuz hisleri güçlendirmeye yarayacağına Erdoğan’ı ikna etsin. Şiddetli çatışmaların yeni bir dalgası, zorlukla kazanılmış ve Türklerin çok değer verdiği istikrarı da hızla yok edebilir, bunun hem Türkiye ekonomisi hem de Türkiye’nin dünyadaki konumu açısından olumsuz sonuçları olur. Hepsinden önemlisi, halihazırdaki restleşmenin kökeninde yatan Türk toplumundaki bölünmeyi pekiştirir.Algılar önemlidir. Erdoğan algıları görmezden gelmek yerine değiştirmeye başlasa iyi eder.
↧