Krizin ucu göründüğü zaman hemen keskin bir kutuplaşma ortaya çıkıyor. Ortak paydalar unutuluyor. İletişim kanalları kapanıyor.Farklılıkların altı çiziliyor ve insanlar “özel” kimlikleri ile sokağa çıkıp barikatlarını kuruyor veya rozetlerini görünür bir şekilde takıyor. Herkes sığınak vazifesi de gören mevzilerine yerleşiyor. Slogan sesleri arasında konuşmak ve karşınızdakini duymak zorlaşıyor. Böyle zamanlarda soğukkanlı analizlere girişmek çok müşkül. Herkes taraf olmanızı bekliyor. Veya iki tarafa uzaktan bakıp söyledikleriniz, tarafgirlik olarak karşıt kesimlerden tepki görüyor. Kınayanların kınamasına aldırmadan devam edelim; zira rüzgâr duracak, yelkeni dolanlar öne geçmiş, diğerleri geride kalmış olsa da bu büyük ülkede kader birliği içinde hep birlikte bir arada yaşamaya devam edeceğiz. En kritik nokta: Şiddet bazı kesimlerin endişesinin aksine çoğalmayacak. “Gezi direnişi” toplumun kitlesel şiddet üretme kapasitesi hakkında bir fikir verdi. Bu kapasite çok yüksek değil. Barışçı eylemci ile militan arasında geçen şu diyalog size bir fikir verebilir. Barışçıl protestocu, belediye otobüsünün camlarına taş atan gence çıkışıyor: “Ne yapıyorsun, o otobüs bizim vergilerimizle alındı. Niye zarar veriyorsun?” Militan genç duruyor, düşünüyor bocalıyor sonunda şu cevabı veriyor: “Öfkemden.” Evet, bu bir öfke patlaması ama bunun bir ideolojisi ve ideolojik gerekçesi yok. Polis şiddeti dışında dayanabileceği bir bahane bulunmuyor. Marjinal örgütler bu şiddeti besleyecek, sürdürecek fikrî ve örgütsel donanıma sahip değiller. Öbür taraftan, barışçı protestocular o kadar emekle, çabayla oluşturdukları direniş birikiminin marjinal gruplar tarafından darmadağın edilmesinden rahatsızlar. Karşılarına dikiliyorlar. Polisle birlikte onlara da laf anlatmaya çalışıyorlar. Kısaca marjinal grupların şiddetini meşru gören ve gösteren bir ideolojik hegemonyanın oluşması imkânsız. Marjinal şiddet marjinal kalıyor. Şiddeti 70’li yıllarda bir kader gibi yaşamış olan benim neslim toplumun kritik mevkilerinde bulunuyor. Gelen şiddet dalgasını göğüsleyecek ve söndürecek akıl ve izan kendiliğinden devreye giriyor. Aynı filmi tekrar seyretme korkusu bile yeterli bir dikkat değil mi? İkincisi, barışçıl protestocular da yakaladıkları toplumsal temas ve kamuoyuna mesaj ulaştırma fırsatını sınıfsal takıntılar yüzünden kaçırıyorlar. Taksim Platformu’nun Bülent Arınç’a ilettikleri talepler onları da marjinalleştirdi. Birinci köprüden beri iddialı projelere itiraz eden bir üst orta sınıf geleneği oluştu. Üçüncü köprüye itiraz etmek için İstanbul trafiğinden muzdarip olmayacak kadar tuzu kuru olmak lazım. Havaalanı da öyle. TOKİ binalarına karşı çıkanlar sokaklarından lağım sularının aktığı gecekondu mahallelerde yetişmemiş olanlar. Bu ülkede çoğunluğu, muhafazakâr kimlikten gelenlerden önce bu gecekondulardan çıkanlar oluşturuyor. Protestoların asıl sahiplerinin ne dedikleri ve istedikleri bütün kesimler tarafından yeteri kadar anlaşıldı. Kısaca bu ülkede kendi özel alanlarının korunmasını istiyorlar. Son derece haklı ve meşru bir talep. O kadar anlaşıldı ki, ortaya çıkan karışıklığın AK Parti’ye sunduğu fırsatı, Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanı’nda tecessüm eden barış dengesi yüzünden Başbakan kullanamıyor. Hükümetin aklı, AK Parti’nin oy hesaplarının önüne geçti. Demek ki AK Parti, bu şiddet rüzgârı ile yelkenlerini doldurmaktan vazgeçmiş oluyor. Geriye ortak paydalar etrafında devam edeceğimiz bir yol kalıyor. Taksim protestoları orta üst sınıfların kendi çıkarlarını korumak amacıyla geliştirdikleri tepkileri genel bir kalkışmanın itici gücüne dönüştürdü. Lokomotif onlardı; marjinal gruplar dâhil geri kalanlar vagonlar halinde peşlerine takıldılar. Ancak bu uzun kafilenin yapıştırıcı unsuru, hükümete karşı duyulan antipati ile sınırlı kaldı. Nitekim takılan vagonların oluşturduğu yük, yolculuğu zorlamaya başladı. Demek ki sorunu çözmek için taraf olmaktan önce, sağduyu ile olanları takip etmek ve uzlaşmayı, ortak paydaları vurgulamak gerekiyor.
↧