![]()
İnsan kendi fotoğrafı karşısında özgür değildir. Fotoğraf, bir şekilde esir alır sahibini. Birden hafıza devreye girer, eski hatıralar canlanır, saklı defterler açılır, unutuşun uzağına yollanmış yaşanmışlıklar hızla geri döner.Dahası yıllardır kapalı kapılar gıcırdamaya başlar. Acı ile hüzün gülümseme ile içleniş kol kola girer. Yitik ve hiçbir zaman bulunamayacak bir anlamı vardır her bir fotoğrafın ve insan bu şaşkınlığını, çaresizliğini çözemeyecektir. Sık sık değil, uzun aralardan sonra, isteyerek değil birdenbire, umulmadık zamanda, umulmadık ruh hali içinde bakmalı albümlere o yüzden. Uzun zamandır görmediğiniz bir sevdiğinizin yüzündeki değişimleri nasıl fark ederseniz karşılaştığınızda, işte böyle fark edersiniz kendinizi de. Mesafe, zaman, bakışı netleştirir. İnsanın kendi kendine karşı soğukkanlılığını artırır. Ama bir dereceye kadar. Çünkü insan kendi fotoğrafı karşısında çaresizdir.Eski resimlerin baş düşmanı...Lakin benim derdim başkadır. Derim ya her şeye rağmen tam bir varlık değildir insan kendi fotoğrafları karşısında. Bölünmüştür. Olmamış şeyleri olmuş sayma, olmuş şeyleri de silmese bile değiştirme gibi bir yeteneğin eşiğindedir hep. Zaman zaman da bir kıyım duygusu devreye girer. Yakar. Keser. Nesneye ebedilik isnat eder. O yüzden evdeki eski resimlerin baş düşmanı ne hırsız, ne yangın, ne deprem ne de zamandır. Her bir kişi bu bakımdan kaç kez elini kana bulamış, fotoğrafların canına kıymıştır. Hem benim derdim başka. Ben hiç tanımadığım, seslerini duyup gözlerine bakmadığım kimselerin fotoğraflarına bakarım. Onları okurum. Onlardan düşünürüm. Onlara giderim.Yine öyle oldu. Kirazlara arsızca bir hücum vardı dışarıda. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da daha dalında kendi gençliğini yaşayıp da olgunluğun balına kızaramadan hoyrat eller pençe pençe söktüler onları dallarından. Ilgınlarından ayırdılar, nazlı, püsküllü yapraklarından uzak düşürdüler. Kasalara doldurdular. Sonra da şehirlerin ayazına bıraktılar. Mevsimler ki nicedir insanın sabır ve hayat ölçeri değil, karla kışın düğününden bir su buharı uçup çıkmaz, bahar daha omuzlarını göstermeden yazın şamatasıyla dolduruluyor sokaklar. Şubat ayında bahar, mayıs ayında yaz istiyor insanlar. Ne zaman ki kiraz, o meyveler sülünü, o su damlası sakızı yeşil küpesiyle görünür, bir insan kaşı elinde iştahın kırbacıyla topraktan kalkar, ağaca doğru yürür. Dayanamaz ya insan kiraza. Kiraz yemin bozduran, âşık ayırandır ya, al bakalım, daha dalları basmadan, sesleri ve tezgahlara bastırılır kiraz. Oysa daha var. Daha var. Çadırını kurmasına. Bulutunu salmasına daha var. Bu avuntu ile doluyken işte. Önüme yığılıverdi fotoğraflar. Kiraz düşünüşlerinin içinde.Onlara, eski fotoğraflara, başkalarının suretlerine baktıkça tarihi, insanı, gelip gideni daha bir kavrıyorum. İnsanın hikâyesi damarımda kanıyor. Kim bilir ne zaman çekilmiş. 1940’larda mı? Yokluğun arpaya nimet tacı taktığı günlerde mi? Şu ortada, öğretmenden çok askere benzeyen adam, geçici hocaları olmalı bu yaşlarından öte gözleriyle çok derinlerde büyümüş çocukların. Öğretmen(!)bir o, tam olarak gülümsemiş çünkü belli ki asıl o farkında henüz fotoğrafın ve makinenin. Her bir gözde bir gelecek patinajı. Çok dipten çapalıyor içimi. Gezdiriyor duyuşların anaforunda. Sonra ne olduğu hiç anlaşılamayan bir başka fotoğraf. Anadolu’da. Nerede acaba? Yıkık bir kale var geride. Ön planda ise çocuklar güreşiyor. Sanki rüzgâr tek rakipleri. Ve güreştikleri minder çayırlar değil de dünyanın ilk günleri…Kadınlar. En çok onların yüzünde var erozyon. Kayma. Dindar ve kapalı annenin yanında bone mi, çeyrek başörtüsü mü ne olduğu belli olmayan bir yapıştırma takışın içinde, pardesülerle uçmak istiyorlar uzaklara. Kadını oyduğu kadar heykeli oymamıştır geçmiş, sanat bakımından. Zengin çocuğu ile fakir çocuğunun yüz genişliği de yine burada. Kaynamış süt gibi genişliyor yüzü zengin çocuklarının. Fakirlerin yüzü ise susuz toprak gibi gerilmiş, yanıyor hâlâ zamanın aralığında. Kısa ceketler, uzun yaka gömlekler, tabanları kaymış ayakkabılar, makinenin buyurgan ve vaat edici açısı altında teslimiyetçi. Bilen kalmak istiyor sonraya. Bu yüzden fotoğraflar ölümsüzlük arzusuyla köpürüyor. Nesne olmaktan çıkıp buyurganlaşıyor. Sert ve keskin bir imge dayatıyor.Bu insanlar yaşadı mı gerçekten?Bu insanlar yaşadı mı, bunlar oldu mu gerçekten diye mırıldanıyorum ikide bir. Resimlere baktığım geniş ve uzun sahaf dükkanının girişine, akşam güneşinin zar turuncusu ışığı düşüyor bir yandan. Sanki batarken şeffaf ve aydınlık bir umut gülüşü serpiyor güneş, sokağa. Yetişkinler, hayatta biraz yol almışlar, saklı bir bilişin biraz kaypak biraz da çaresiz ürküntüsü içindeler. Birazdan savaşa gidecek ve düşmanı yenip dönecekmişçesine keskince giyinmiş askerlere bakıyorum. Vatan bizim diyorlar kılıçlarıyla. Elim başka bir kuşa takılmışçasına ürperiyor. İşte belki henüz yirmilerinde bir genç adam. Şapkası belli ki pahalı. Takım elbisesi özenle dikilmiş. Gömleği ve kravatı da öyle. Seçkin. Yeleği var mı emin değilim. Mendili pek şık. Biraz Ahmet Haşim’in güzel hali gibi. Fakat tam etli dudaklarının ortasında bir bıyık var ki. Lokma gibi. Tarihi o taşıyor.Daha ne kadar, daha ne kadar dayanacağım bütün bunlara. Önce iki kız iki erkek, tekrar iki kız iki erkek, sonra da yan yana dört erkek biçiminde dizilmiş keman çalan öğrenciler. Yok, yok erkeklerden birisi pan flüt, kızlardan birisi ise mandolin çalıyor. Konservatuar mı? Okul mu? Fakat kararla gerilmiş yayları. Geleceği kurmak istiyor. Bütün bu fotoğraflar tek kişiye mi ait acaba? Ya bunca geçişken, kapalı, açık ve çelişik şey ne oluyor? Damat Ferit bıyıklı adamlarla, bir Arjantin tangosuna göz kırpan yüz arka arkaya düşüveriyor. Başımı kaldırıyorum fotoğraflardan. Derin bir nefes alıyorum. Kendi fotoğraflarımın geleceğini düşünüyorum. Bir yandan şu hiç bilmediğim resimlere yarım hikâyeler yakıştırırken bastonuna yaslanan eski bir kalem efendisinin sokaktan kayboluşunu tahayyül ediyorum.