Daha önce “İstanbul’un Sesleri”nde değinmiştim (İstanbul Hatıralar Kolonyası kitabımda): Halide Edib Adıvar’ın bir hikâyesi var, “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”. Bu hikâyeyi ablamın ders kitabında okumuştum ve bir daha unutamadım.Cihangir’de oturduğumuz yıllar. Edebiyata tutkum yeni başlıyor, özellikle Türk edebiyatına. Nihat Sami Banarlı’nın hazırladığı o ders kitabına gönül borçlarımı çok sonra duyacağım. Aşk-ı Memnu’u ve doğup büyüdüğü yerlerin çöl güneşini özleyen Beşir’i o kitaptan tanıdım. Shakespeare’in unutulmaz sonelerinden biri o kitaptaydı. Racine, Corneille adlarıyla ilk kez orada karşılaşıyordum. Sonra Eylûl... Beşir usul usul ölüyordu. Halid Ziya’nın dili, sözcükleri benim için pusluydu ama, Beşir’in ölüşü yüreğimi yakıyordu. İkide birde bu kitabı açar, sayfaları arasında kaybolurdum. Eylûl’de Suad ve Necib piyano başındaydılar, galiba La Traviata’nın üvertürü yankıyordu... Halide Edib’e gelince, o, “1955 senesi Mayıs’ının birinci günü İstanbul gazetelerinde bomba gibi patlayan bir ilân”la başlıyordu: “Bay (.....) Türk musikişinasları arasında bir müsabaka açıyor. Konu yerli, bilhassa İstanbul hayatından alınmış bir opera olacaktır. Müsabakaya girenler 1956 senesi Mayıs’ının birinci günü Gülhane Parkı’nda eserlerini çalacak yahut söyleyeceklerdir.” Hakem heyetinde İstanbul Konservatuvarı müdürü, yerli müzik ustaları, Alman, Rus, İtalyan musikişinaslar varmış. Ayrıca Pietro Mascagni seçiciler kurulunda olmayı şimdiden kabul etmiş. Seksen yaşındaki, hiç evlenmemiş Bay (.....) bütün servetini birinci gelen sanatkâra bırakacak! Yarışma sonuçlanmadan ölürse, ödül için “kanunî tertibat” alınmış! Bütün İstanbul halkı yarışma günü Gülhane Parkı’na çağrılıyor! Ne kadar heyecanlanmıştım! Gerçi opera hakkında bütün bilgim, Eylûl’den seçme parçadaki piyano başı sahnesiydi, Suad’la Necib’in terennüm ettikleri popüler aryalar falan. Buna karşılık Gülhane Parkı sık sık gittiğimiz bir yerdi; çay bahçelerinde otururduk, orada kukla tiyatrosu seyretmiş, İbiş’i ilk kez görmüştüm. Akşam olunca lâle şekilli ışıklar yanardı Gülhane Parkı’nda. Demek müsabaka orada gerçekleşmişti! 1955-56 ders yılı benim Cihangir İlkokulu’na başladığım yıl. Bir ‘hikâye’ okuduğumu büsbütün unutmuş; demek beş yıl önce bu yarışmayı biz de izleyebilirdik üzüntüsüyle karalar bağlıyordum. Kim bilir kaç kez, büyüklerime, Gülhane Parkı’nda böyle bir yarışmayı hatırlayıp hatırlamadıklarını sordum. Hatırlayan yoktu, zaten gülüp geçiyorlardı.Birer ikişer çıkageldilerHayallerimdeki savruluş ne kadar sürdü, bilmiyorum. Nihat Sami’nin hazırladığı ders kitabı, ablam üniversiteye başlayınca, ortadan kayboldu. Shakespeare’in sonesinden, Beşir’den, Eylûl’den ayrılmıştım. Onlara uzun yıllar kavuşamadım. Fakat sonra birer ikişer çıkageldiler. Aşk-ı Memnu’u, Eylûl’ü okudum. Ortalıkta görünmeyen yalnızca Halide Edib’in hikâyesiydi. Epey Halide Edib okudum, Handan için, Sinekli Bakkal için yazdım. Halide Edib’in öykü kitaplarını, Harap Mabetler’i ve Dağa Çıkan Kurt’u da okudum. Gelgelelim “Kubbede Kalan Hoş Sadâ” sırra kadem basmıştı. Hâlâ tuhaf bir inancım vardı: 1955 yılının İstanbul gazetelerini tarasam, müsabaka ilânıyla yüz yüze gelecektim... Git git bu çocukça düşüncemden vazgeçtim. Meğer 1974 yılını bekliyormuşum! Cumartesi Yalnızlığı, Destan Gönüller, Pastırma Yazı çoktan yayımlanmış; yazardan sayılırım. Tam o günlerde Atlas Kitabevi Kubbede Kalan Hoş Sadâ’yı yayımladı. İnci Enginün, Handan romancısının dergilerde kalmış hikâyelerini, mensur şiirlerini, sohbetlerini bu kitapta bir araya getirmişti. Nice zaman sonra “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”ma kavuşuyordum... Dahası, bambaşka bir sürpriz bekliyormuş beni: İnci Eningün, “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”nın ilk kez 1938 yılında, Yedigün dergisinin 5 Temmuz tarihli 278. sayısında yayımlandığını belirtmişti. O 1955, 1956 hep gelecekteki tarihler! Halide Edib bir bakıma bilim-kurgu esinli bir hikâye yazmış... Kalakalmıştım. Kalakalmıştım ama, “Kubbede Kalan Hoş Sadâ” beni yine etkileyecekti. İşte yarım yüzyıl sonra da etkiliyor; bu hikâyenin eşsiz bir İstanbul hikâyesi olduğunu yeniden vurgulamak istiyorum. İstanbul’a dair en güzel hikâyelerden biri! Bir şehir seslerle dile getirilebilir mi? Hatıralar, izlenimler, görüntüler elene elene, bir şehir seslerden ibaret olabilir mi? Öyküyü okudukça hissediyordum ki, İstanbul seslerle örülmüştür... Halide Edib o 5 Temmuz 1938 tarihinde İstanbul’a henüz dönmemiştir. 1924’teki büyük yol ayrımından sonra İngiltere’de, Paris’te, Amerika’da, Hindistan’da geçen yıllar. Dönüş 1939’da. Üstü örtük anlatılsa da yarı sürgün yılları. Halide Edib belki gönüllü bir sürgün ama, eşi Adnan Adıvar zorunlu sürgün. “Kubbede Kalan Hoş Sadâ” İstanbul’dan çok uzaktaki dönemde kaleme getiriliyor. Yaşanan değil, sadece ‘hatırlanan’ bir İstanbul söz konusu. 1 Mayıs 1956 tarihi gelip çatınca, daha çok donanma gecelerini, zafer günlerini çağrıştıran kısa bir tasvirle yol alıyor öyküsünde Halide Edib: “Gök ve deniz İstanbul mavisi, güneşin ışığı meçhul zenginin altınları gibi parlak ve bol, Gülhane Parkı mahşer gibi, o kadar ki, içeriye sığamayan halk kayıklarda, vapurlarda, ellerinde dürbün, kulakları tetikte, müsabaka konserini görmeye ve işitmeye çalışıyor.” Yazarın “meçhul zengin” dediği, ilânda adı verilmeyen Bay (.....); o şimdi İstanbul’da çok meşhur. Herkes onu merak ediyor. Seksenlik ihtiyarlar mahalle kahvesine bile çıkamaz olmuşlar. “Çünkü bir köşede nargilesini çeken herhangi ihtiyar karşısında gözleri fıldır fıldır dönen, şapkaları arkaya atılmış” genç gazeteciler hep aynı soruyu soruyorlar: “Baba, kaç yaşındasın? Evli misin?” O aralık bir de şarkı çıkmış; evlerde, sokaklarda “bangır bangır” söyleniyor: “Ararım, seksen yaşında bir ihtiyar”! Kimlik belirlenemeden 1956 Mayıs’ı!Gülhane Parkı’nda kameriyelerOrkestra terasta, kameriyenin altındaymış. Öyle anlaşılıyor ki, orkestra için bir kameriye özel olarak kurulmuş. İkinci bir kameriyede hakem heyeti. Acaba neresi? Bu sahneyi hep gözümün önüne getirmeye çalışırdım: Gülhane Parkı’nda kameriyeler nereye kurulmuştu? Eskinin Gülhane Parkı’nı hatırlayan Halide Edib 1930’ların yeni düzenlemelerinden haberli miydi? Şimdi hatırlayamıyorum ama, Halide Edib’in romanlarından birinde, belki -1918 tarihli- Mev’ut Hüküm’de, bir Gülhane Parkı sahnesi vardır. Yazar, “Kubbede Kalan Hoş Sadâ”yı yazarken o eski sahnesini anmış mıydı? İstanbul’dan uzakta neler hissediyordu? Devam edelim: “Terasın etrafını bir polis kordonu tutmuş. Kameriyelerde ve terasın önünde, bir sürü hoparlör var. Çünkü kalabalığın bir kısmı musikişinasları görmek değil, hatta işitemeyecek kadar uzakta.” İstanbul Konservatuvarı müdürü yarışmayı başlatıyor: İlk eser, piyanist Saffet Subay’ın, konu Molla Gürani’de bir aşk macerası. Niçin Molla Gürani? Halide Edib neden Molla Gürani’yi hatırlıyordu? Ama üzerinde uzunca duramazdım, yazarın amansız istihzası başlardı: Bu yeni Molla Gürani’de aşk sahneleri “Havai adaları tangoları gibi baygın, opera kahramanı Bay Zımbırtay” Amerikan zenci fokstrotları gibi “sar’a illetine” tutulmuş, bir şeyler söylüyor. Halk şaşkındır. İhtiyar bir kadın “Ayol bunun neresi Molla Gürani?” diye sorar. Genç nesil Bay Zımbırtay’ın fokstrotlarından memnundur ama, büyük çoğunluk İstanbul’un seslerini -bir ‘opera’da olsa bile- beklemektedir. Biz de gelecek haftaya kadar bekleyelim...Önemli bir not: Değerli okurlarım, şahsıma ait ne bir twitter ne de bir facebook hesabı vardır. Sahte hesaplara itibar edilmemesini rica ederim.
↧