Yaşadığımız huzursuzluklar ile ‘öncelik’ ve ‘istikamet’ kaybı arasında nasıl bir ilişki var? Selametimiz açısından bunun anlaşılması gerekir. Son yıllarda görüş ufkumuz açıldıkça ekonomide 3, 5 ve hatta 2023 gibi 10 yıllık hedefler koyabiliyoruz. Hedeflere nasıl ulaşacağımızın strateji ve mimarisi yetersiz olsa da, en kötüsü hedefsiz kalmaktır. Bu hedefleri tutturmanın ‘altın kuralı’ ise istikrardır. Öyle ise ‘gerilim siyaseti’ ile alınacak bir sonuç, olsa olsa bize bir Pirus Zaferi getirir: Kazananın, aslında kaybettiği bir zafer! Türkiye’de son yıllardaki istikrarın iç içe geçen üç taşıyıcı kolonu vardı: İktisadi reformlara dayalı yüksek ve kesintisiz büyüme. Açalım. 2001 krizi ‘sayesinde’ Türkiye Kemal Derviş liderliği ve IMF baskısıyla birçok ekonomik reform yaptı. 2002 yılının sonuna gelindiğinde makro ekonomik veriler birikimli olarak hâlâ bozuk ancak trend ve geldiği aşama itibarıyla bir hayli olumlu idi. Derken 2003 başında AK Parti hükümeti çalışan bir idareyi devraldı. Hükümet idealist iktisadi uygulamalara ilaveten, ‘vesayet mağduru’ olduğundan önceliklerini hukuki ve siyasi reformlara verdi. Parça parça da olsa demokrasiyi ileri taşıyan siyasi ve hukuki reformlar, bu bağlamda vesayet düzenini tasfiye etmeye yaradı. Ancak AB üyelik hedefi bu meyandaki ilerleme raporları iki alanda da Türkiye için çıpa oldu. Bu üç unsurun, gerekli mutabakatı temin ederek Türkiye’yi derleyip toparlayıp normalleştirmeye ve tabii mecrasına sokmaya gerekli ve yeterli olduğu son on yılda yeterince görüldü. Gerçekten de Türkiye bu normalleşme ve tedavi sayesinde 2006 yılı sonuna kadar zaman kazandı, işi iyi götürdü. Ancak altını çizelim ki; birçok iç ve dış mani sebebiyle yapıyı değiştirecek iktisadi, siyasi ve toplumsal hamleleri yapamadı. İç-dış ortam bozulunca da 6 senedir cepten yiyoruz. Bunu somut olarak ölçebiliriz. Şöyle ki, hamle yapabilseydik; 1. Dış kredi kullanımı tedricen azalırdı. Tersine kronik dış kredi bağımlısı haline geldik. Kredi yoksa büyüme yok, kredi varsa enflasyon ve cari açık var! 2. Büyümede istikrarı yakalardık. Oysa büyüme kabiliyeti, küresel krizden bağımsız olarak, hasar aldı. İnşaat ve finansal balonlar da işi kurtarmıyor. 3. Türkiye, örneğin, %3 büyüdüğünde hiç cari açık vermeyen bir ülkeden, sadece %2,2 büyüdüğü 2012 itibarıyla %6 dış açık veren bir ülke oldu. Kronik enflasyon ve bütçe açıklarından, kronik cari açık noktasına geldik. Yılda 3-4 milyar dolar cari açık, yıllık bazda 80 milyar dolara dayanıp da yıllık bazda dış açık 20 kat artınca, bunu dengelemek için döviz borçlanıp TCMB’nin rezervlerini 25 milyar dolardan 125 milyar dolara çıkarmanın övünülecek hiçbir yanı kalmıyor. 4. Ekonominin reel ve birikimli olarak %65 büyüdüğü bir ortamda, zaten yetersiz olan ulusal tasarruflar gittikçe artması gerekirken, yarı yarıya azaldı. 5. Verimliliğin artmış olması gerekirdi ki, enerji ve emtia fiyatları arttığında bu, hemen enflasyona yansımasın. Emek, enerji vs. verimliliğinde Türkiye adeta klasman dışı. 6. Piyasalarda tekelleşme yerine rekabet derinleşirdi. Oysa Türkiye ekonomisi ağır bir sermaye kuşatması ve tekelciliği altındadır. İki senedir yaptığımız çağrılar ancak şimdi fark edilmiş görünüyor. Umarım ki geç kalınmamıştır! 7. Küresel rekabet endeksindeki yeri genel olarak 60. sırada olmaz, ihracatının içinde yüksek teknolojinin payı 2000’li yılların gerisine düşmezdi. İhtiyaçlar değiştikçe öncelikler de değişmeli. Ancak Türkiye’nin geçen on yılın başındaki üç önceliği halen geçerli. Sorun şu ki, ilaçları yarım bıraktık. Türkiye, AB üyeliği ve reformlarını, sivil bir anayasayı ve iktisadi reformları bir kenara attı. Sonuç ortada, hedef ise hâlâ yel değirmenleri!
↧