![]()
Geçen hafta, muhasebe ve nefisle mücadeleden bahsedince bazı dostlar, nefsi ne kadar hırpalamamız gerektiğini sordular. Şunu unutmamak gerekir, insan kendiyle yüzleşirken, nefsiyle hesaplaşırken çok insaflı olmalıdır.Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket edip her hak sahibine hakkını vermesi gerektiği gibi nefsinin hakkına da riayetkâr davranmalıdır. Muhâsebede de hakkı gözetip adâletten ayrılmamak esastır. Her insan, kendi seviyesine göre nefsini sorgulamalı; ona yönelttiği isteklerinde kendi kemalât eşiğini ölçü edinmelidir. Nefisten tabiat üstü beklentilere girilmemelidir. Aksi halde dini zorlaştırmış, omuzumuza yüklediğimiz ağırlıkların altında kalmış ve ümitsizliğe düşmüş oluruz.Üzerinde nefsinin de hakkı varHocaefendi’nin çokça bahsettiği bir misalle devam edelim: Hadise, Ebu’d-Derdâ ile Selman-ı Farisî efendilerimiz arasında geçmektedir. Hazreti Selman, sürekli oruç tutan, yatağa hiç girmeyen, neredeyse gecenin tamamını kıyamda geçiren Ebu’d-Derda Hazretleri’ne, Peygamber Efendimiz’den işittiği şu nasihati hatırlatır: “Senin üzerinde Rabb’inin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” Ebu’d-Derdâ Hazretleri de bu nasihatle irkilir ve kendine yeni bir yol haritası çizer.Hep söylenegeldiği gibi, İslam’da ruhbaniyet yoktur; o, insanı bütün mahiyetiyle değerlendirir. Yogiler gibi yemekten-içmekten tamamen uzak duranlara, aylarca aç-susuz kalanlara ve Allah’ın helal kıldığını yasaklayanlara Kur’an, “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı o güzel ve temiz nimetleri kendinize haram kılmayın, haddi aşmayın! Çünkü Allah, haddini aşanları asla sevmez. Allah’ın size rızık olmak üzere yarattığı şeylerden helal ve temiz olarak yiyin! Kendisine iman ettiğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının!” (Mâide, 5/87-88) diye hitapta ve itapta bulunur. Müslümanlara denge, itidal ve istikamet telkin eder.İmam-ı Birgivî’nin “Tarikat-ı Muhammediye” isimli kitabına “Berika” adıyla bir şerh yazmış olan İmam-ı Hadimî, ya kendi başından geçen veya başkasından naklettiği misalî bir mahkeme hadisesini anlatır. Hadiseyi yaşayan insan her kimse, onu, “hakkında şikâyet var” diye mahkemeye çağırırlar. O adam, mahkeme salonunda, bir köşeye büzülmüş, pusmuş, acayip kılıklı, tanımadığı birini görür. O tuhaf davacı, “Bu zat, benim hakkımı vermiyor; yemiyor, içmiyor, yatmıyor” diye şikâyetlerini sıralayınca, davalı, onun kendi nefsi olduğunu anlar. Mahkeme heyeti, “Bu senden şikâyet ediyor; tabiatını ve genel durumunu hiç hesaba katmadan, kendi kafana göre onu bazı şeylere zorluyormuşsun.” manasına gelen sözlerle dava konusunu açıklığa kavuşturur. Bunun üzerine davalı şahıs, “Fakat, beni Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan, sürekli günahlara çağıran ve adeta helâkimi hazırlayan budur, nefsimdir.” diyerek savunmasını yapar ve mahkemeyi kazanır. Kazanır ama, nefsin hırpalanmaması hususunda ikazı da alır. Gerçi, şikâyet etmek nefsin şiarıdır; onun heva ve heves yörüngeli şikâyetlerine kulak vermemek gerekir. Ne var ki, ona karşı muamelelerde de insafı elden bırakmamak esas olmalıdır.Ayrıca, nefsi sorgularken, içinde yaşadığımız şartları da hesaba katmak icapeder. Evet, nefse yüz vermemek ve onu asla şımartmamak gerekir. Bu açıdan, içinde neş’et ettiğimiz iman ve İslam atmosferi, Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği dine ve imana hizmet etme zemini çok büyük bir avantaj olarak görülüp, bu büyük nimet karşısında nefislerimizin şikayet etmeye kat’iyen hakkı olmadığı düşünülebilir. Fakat dünyanın hal-i hazırdaki durumu ve çok kötü olan şartların dinî hassasiyetleri korumaya mani bulunduğu da mülahaza dairesine alınmalıdır. Özellikle sosyal hayatın her alanında bulunmak durumunda olan, mecburen çarşı ve pazarın, cadde ve sokağın isine-pasına bulaşan insanların hali de kendi şartları içerisinde hesab edilmelidir. Bir insanın bu şartları gözetmeden nefsini hesaba çekmesi, ona tabiatının üstünde bir teklifte bulunması ve onu ‘teklif-i mâlâyutak’a maruz bırakması manasına gelebilir. İşte o durumda nefsin şikayet etmeye hakkı olabilir; hatta nefsine insafsızca yüklenen insanın davayı kaybetme ihtimali de vardır.Dini geçmeye çalışmamalıHasılı insan, her mes’elede olduğu gibi, muhâsebede de ölçülü ve dengeli davranmalıdır. Her şeyden önce, muhâsebenin yeis ağırlıklı olmamasına çok dikkat etmelidir. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi vesellem), “Bu din kolaylık üzere vaz’ edilmiştir. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; galibiyet mutlaka dinde kalır.” şeklindeki beyanı da bu konuda bize önemli bir ölçü vermektedir. Öyleyse her fert, kendiyle yüzleşirken nefsini levmetme çıtasını sorumluluklarının altında ezilmeme ve yenik düşmeme sınırında tutmalıdır. Bu sınır, her insanın manevî hayatına ve Cenab-ı Hak’la münasebetine göre çeşitlilik arz eder; onu da en doğru şekilde herkesin kendi vicdanı belirler.