Bilgi Üniversitesi’nin araştırmasına göre Taksim-merkezli gösterilere katılanların yüzde 39,6’sı 19-25; yüzde 24’ü 26-30 yaşlar arası gençler. Göstericilerin yüzde 53,7’si daha önce herhangi bir gösteriye katılmış değil; yüzde 70’i de hiçbir siyasi partiye yakınlık duymuyor. Deneklerin yüzde 56’sı Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı çıktığı için gösterilere katılmış; diğer önemli bir kısmının –sonraları- katılma sebebi ise polisin orantısız güç kullanmasını protesto etmek. Askerî müdahale isteyenler yüzde 6,6; karşı olanlar ise yüzde 79,5. Gösterilerin çığırından çıkıp örgütlerin, yakıp yıkan grupların “sokak üzerinden demokratik bir hükümeti devirmeye kalkışma”ya teşebbüsleri başka fasıl. Hoşumuza gitsin gitmesin yeni bir gençlik profiliyle karşı karşıya bulunuyoruz. Tahrir’de rol oynadığı kadarıyla Taksim’de de sosyal medya rol oynadı, Brezilya ve diğer sosyal patlamaların görüldüğü yerlerde de öyle. Siyaset sosyolojisi açısından baktığımızda modern ulus devlet formu içinde merkezden ve yukarıdan –partiler, anayasa, kurumlar aracılığıyla- yürütülen siyasete karşı bu toplumsal gruplar siyasi teamülü değiştirmek istiyorlar. Adına sosyal medya dediğimiz olgu özü itibarıyla sanaldır, yatay iletişimdir ve görünenin alt katmanlarında vücud bulmaktadır. Yazılı ve görsel medya doğası gereği hegemonik ve imtiyazlıdır. “Hegemonik”tir, çünkü hedef kitle (seyirci, dinleyici veya okuyucu) tek taraflı mesaj alır, enforme edilir, organize monoloğa maruz kalır. Cevap veremez, itiraz edemez, katılıp diyalog kuramaz. “İmtiyazlı”dır, çünkü medya pahalı bir yatırımdır; herkes gazete veya ekranlara çıkıp kendini ifade edemez; bu birkaç yüz kişinin avantajı ve imtiyazıdır (patron, genel yayın yönetmeni, editörler, köşe yazarları, yorumcular vs.). Onlar da zaman içinde kendi içlerinde bir tür aşiret dayanışması içine girerler; siyasi iktidar, ekonomik ve mali güçlerle ilişkiye geçip kitlelere karşı duyarsızlaşabilirler. Medya söz ederse bir şeyin kamusal değeri olur, medya gündeme getirmedikçe kitlelerin sıkıntısından, acısından kimsenin haberi olmaz. Sosyal medya üzerinden haberleşip konuşanlar “ben de varım” diyor. İtiraz ediyor, eleştiriyor, tezler savunuyor. Bunlar siyasetçilerin, TV yorumcularının, köşe yazarlarının, akademisyenlerin, kanaat önderlerinin dışında kimselerdir, herkestirler. Haberleşmeleri, itirazları zaman-mekân ötesidir, iletişimleri merkezi ve yukarıdan değildir; dikey olana karşı yatay olanı öne çıkarıyorlar. Burada iki soru var: Kamusal müzakere görsel ve yazılı medyanın, örgütlü sivil kuruluşların elinden sosyal medyaya mı geçiyor? Sosyal medyada örgütlenenler “konu odaklı” yeni siyasi karar ve uygulamaları teamül haline getirebilir mi? Gezi Parkı’nda kamu otoritesine geri adım attıran sosyal medya başka konularda da benzer adımlar attırabilir mi? Üzerinde düşünmemiz gereken bir konu var: sosyal medya “sosyal” nitelemesine karşı gerçekte “bireysel”dir. Birey kendi iletişim aracının başında yalnızdır, tek başınadır; kimseyle sahici temas halinde değildir ve aslında kendi içine kapanmıştır. Sosyal medya bir tür mistifikasyona yol açar. Gözlemlenen sonuçlarından biri nevrozlar, sektlere bağlılık, hurafe düşünceler vs. Fakat bu Tahrir’e kadar böyleydi. Sanki artık sosyal medya bireye bir başka dünyaya çıkış imkânı verdi: sohbet, chat, malayani sohbetler, paylaşma dedikodu, fantezi geliştirme, oyunlar dönemi aşıldı; merkezi-küresel güçlerin bu olağanüstü potansiyeli keşfetmesiyle kitlesel siyasi ve toplumsal güce dönüştürülmeye başlandı. Sosyal medya hiçbir zaman bireyin özerk-özgür alanı değildir, aksine tek tek bireylerin milyonlara baliğ olmasıyla küresel hegemonik güçlerin denetiminde ve bilgisi dahil olmaya daha açık hale gelir. Sosyal medya kişiliğin alt-mağarasıdır; oradan çıkanlar kitleler halinde bir tsunami gibi önlerine çıkanı dağıtabilirler. İronik olanı hükümetin “Twitter belası”ndan söz ederken 11 milyon tablet dağıtarak yedi yaşındaki çocukları da bu ağa dahil etmesidir.
↧