Bazıları bize; ‘Batılılaşmak değil, çağdaşlaşmak hedef olarak gösterildi’ demektedirler.Bu iddiada bulunanlar, aynı zamanda Batı’nın kültürünü almakla işe başlamanın gerektiğini ileri sürmektedirler; çünkü Batı medeniyetini, kültürlerinin ortaya çıkardığı görüşündedirler. Son iki yüz yıllık tarihimize bakınca, bunun yalnız bir fikir değil, devlet politikamızın esasını teşkil ettiğini görürüz. Batı’nın alfabesini, kıyafetini, yaşantı biçimini, değerlerini, muaşeret kurallarını almanın çağdaşlaşmamız için şart olduğunda ısrar ediyorlar. O zaman Batılılaşma ile çağdaşlaşmanın arasında fark kalmıyor; aynı olaya kimileri Batılılaşmak, kimileri çağdaşlaşmak diyorlar. Aslında methiyeler düzdüğümüz bu diyarın cahiliydik; sadece Peyami Safa ezberleri bozacak ve yolumuzu aydınlatacak şeyler söylemiş. Bu konuda ciddiye alınacak söz söyleyebilmek için hem bizim hem de Batı’nın kültür ve medeniyetini tanımak lazım. Eksiğimizin ne olduğunu, Batı’nın üstünlüğünün nereden kaynaklandığını bildikten sonra söylenenlerin bir değeri olur. Bizi ve Batı’yı tanıdığını iddia eden, analizlere başvuran aydınlarımızın arasında Peyami Safa’nın farklı bir yeri var. Batı’nın nüanslarını, güçlü taraflarını, zaaflarını iyi biliyor. Batılılaşmak veya çağdaşlaşmak zaruretimizi ortaya çıkaran husus ilimde geri kalmamızdır. Buna dair tutarlı hüküm vermek için Batı ilminin özelliklerine, gelişme tarihine dair ciddi fikre sahip olmak gerekir. Batı ilmi nedir, nasıl teşekkül etmiştir? Bunlar hakkında fazla bilgimiz olduğunu sanmıyorum. İlimle haşır neşir olanlarımızın pek çoğu bile Batı ilminin devamlı tekamül ettiğini, bir tuğlanın üstüne bir tuğla daha koyarak bugünkü duruma geldiğini zannediyor. Halbuki Batı ilmi düşe kalka, birbirini nakzederek, hatta inkâr ederek mevcut halini kazanmıştır. 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Batı’da ilmin din karşısında zaferleri birbirini kovaladı; bunun verdiği sarhoşlukla Batı, kendince Tanrı’yı tahtından indirdi, onun yerine bilimi oturttu. Fakat Batı’da ilmin saltanatı uzun sürmedi. Jeometrik değişmezlik inancına Emile Bautroux, E.Le Roy ve Poincare’in darbeler indirdiğini belirten Peyami Safa, sözüne şöyle devam etmektedir: “Bir değil, birden çok realiteler mevcuttu ve bunlar birbirinden ayrı şeylerdi. Birbirlerine ircaı imkânsızdı. İddiaya göre evren ebedi ve ezeli idi; aynı zamanda kendi kendini yaratmıştı. Fakat fizik ilmi ve büyük Poincare bu görüşü yalanlıyor. “Max Planc, Einstein, Heisenberg gibi bilim insanları ilmin ufuklarını genişletmekle kalmamış, mahiyetini değiştirmiş, yeni araştırmalara ve keşiflere yol açmışlardı. Şu kesinlikle görüldü ki makro fizikteki kanunlar, mikro fizikte geçerli değildi. Böylece o güne dek oluşan ilim putu paramparça oldu. Elbette bunun ardından Batı’daki düşünce tarzı değişti; metafiziğe on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda gösterilen aşırı düşmanlık yerini tereddüde bıraktı. Buradaki sıkıntı eldeki tahrif edilmiş İncillerden kaynaklanmaktadır. “Tanrı” deseler, İncillerdeki maddi hatalar yollarını kesiyor; zira vahyin mantığında hata olmaz; oysa eldeki İncillerde var. “Tanrı”nın yerine tabiatı koyuyorlar. “Tabiat nedir?” diye sorduğumuz zaman, karşımıza dağ, taş, deniz çıkmıyor; halk eden, kanunlar koyan, ne olduğu bilinmeyen, ne ettiğinden fark edilen bir varlık çıkıyor. “Tanrı” denirse Ortaçağ’ın dirilmesinden endişe ediyorlar. Yaradılışın başlangıcı, sonu insanın nereden gelip nereye gittiği, evrendeki şaşmaz düzenin kimin tarafından koyulduğu sorulunca, “Bunlar çözülmez problemlerdir” diyerek geçiştirirler. Bugünkü Batı’daki buhranın bu noktadan kaynaklandığına ihtimal vermek gerek. Batıcılarımız da bu yolda, ihtida edenler gibi daha mutaassıp oldular. “Tanrı” değil de “Doğa” demekle ilim yaptıklarını zannediyorlar. Batı’daki bilimin değiştiğinden de haberleri yok; fizik ve metafizik dünyaların arasında sert çizgiler bulunmadığının farkında değiller. Söz konusu hususta Peyami Safa şöyle diyor: “Batılılaşırken oradan almaya çalıştığımız ilmi dogmatikleştirmemeliyiz; ilmin metodunu rehber edinmeliyiz.” O dünyada kaybolmamamız için de şu gerçeğin altını çiziyor; “Bize tarih ve ilim nimeti olarak verilen Doğuluya has kuvvetli seziş hassamızı, iptidai mistik halinden yeni terkiplere doğru tekamül ettirmeliyiz. Batı ilmini ve medeniyetini değerlendirirken Doğulu olmanın verdiği sezgi hassamızdan ve tarihimizin kazandırdığı verilerden faydalanmalıyız. Hatta Batı’nın, belki de insanlığın eksikliğini gidermek için bu iki hassamızı geliştirerek o sisli ülkelerde mevcut seviyeye gelen bilime sarılmalıyız. Ancak böylece de kendimizi yitirmeden çağdaşlaşabiliriz.
↧