Yaygınca bir iyimserlik gördüğüm zaman, bana öyle gelmese de genellikle suskun kalmayı tercih ederim.Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, bu durumda eleştiri işaretlemeleri fayda sağlamaz. İkincisi, iyimser havayı gölgeler gibi bir duruma düşmekten psikolojik bir rahatsızlık hissederim. Üçüncüsü sabır ve suskunluk diliyle de, elverişli olanların, bazı kaygı, tereddüt ve ihtiyat mesajlarını alabileceğine inanırım. Hepsinin üstünde bir mesele daha var: Yalnızlaşırmış gibi olduğum konulardaki düşüncelerim için hep bir test etme penceresini açık tutarım ve “defalarca sağlamasını yaptığım halde bir yanılgım olabilir mi acaba?” türünden bir özeleştiri gayretini sürekli olarak canlı tutarım. Kendimi de eleştiririm. Evet böyledir ama, şu kadarını artık söylemem gerektiği kanaatindeyim: Ben çözüm sürecinin öyle ufak tefek çalkantılarla yürüyüp de sonuçlanabileceğine “samimiyet” noktasındaki tereddütlerim sebebiyle -çok istememe rağmen- tam olarak inanamıyorum. Daha da önemlisi bir negatif durumun gerçekleşmesi halinde doğacak durum hakkında, bir “B planı” halinde, mutlaka bazı öngörü düşüncelerinin üretilmesi gerektiğini çok önemli buluyorum. Bunu yapmazsak, iyimserliği dağıtan şartlarda tedbir değerlendirmeleri de yapamayız. Demokratik taleplerle “siyasî yapısal” talepler arasında çok ciddi farklar vardır. Bu farkların vuzuhla ortaya konulması konusunda tedahüllü bir müphemiyet üslubu kullanmak, samimiyet açısından kaygı uyandırıcı bir “ısrarlı tercih” izlenimi uyandırıyor. Sürekli olarak, müphem bırakılmış noktalara vurgu yapmak, “anla artık!” dercesine aynı vurgular etrafında dönüp durmak; tedirgin edici bir üslup belirlemesidir. Bunu görmezlikten ve anlamazlıktan gelmek, tedbir düşüncesinin dışında bırakma derecesine varırsa; bir basiretsizlikten söz etmek gerekir. Türkiye Barolar Birliği’nin 2001 yılında yayınlanmış bir anayasası var; adı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi”... 110 sayfa, 188 madde, oldukça hacimli bir anayasa taslağı. “Ulusal egemenlik...” diyor, “ulus adına...” sözünü defalarca kullanıyor. Fakat o “ulus”un adı yok! İlginç değil mi? Özellikle ve dikkatle taradım; ulusun (milletin) adı yok. Bu elbette bir tesadüf değil; bir ihmal, yahut gözden kaçmış bir şey değil. İşte asıl mesele burada. O anayasa taslağı 2001’de yazılmış, şimdi 2013’teyiz ve aynı noktadayız. Aradan 12-13 yıl geçmiş. Ben bu konudaki görüşlerimi yazdım ama, aktüel polemik zeminine taşımadım ve meselenin özüne dokunmayıp etrafında turlar atarak vuzuhtan kaçınan fakat imalara bu yolla ağırlık kazandırmak isteyen müphem yaklaşımları da sadece seyrettim. Eskiden de buna benzer bir tavrım vardı... Kendi beyanıyla “ben Marksistim” demeyene, “sen Marksistsin” demezdim. Vuzuhsuz “fikrî tartışma” olabileceğine inanmam. Bakın o tasarıdan bu yana 12 yıl geçmiş, kazanılmış hiçbir fikrî mesafe yok. İma turlarının kısır döngüsü devam ediyor, lakin akıp giden zaman da bizden bir şeyler götürüyor. İyimserliğe tam iştirak etmenin bir yolunu bunun için bulamıyorum. Bence “vuzuh” yoksa “düşünce” de yoktur; ve akıp giden zaman, düşünce birikimi oluşturamadan akıp gitmiştir. Bugün kullanılan belirsiz (güya entelektüel) üslup, düşüncenin karşısındaki en büyük engeldir. Vuzuhun yanında imanın da yeri olur; ama vuzuh yerine ima tekerrürlerini ikame etme üslubu; samimiyetsiz, sevgisiz, düşüncesiz ve risk dolu bir bulanık akıştan başka bir şey getirmez. O bulanıklığı derinlikmiş gibi sunmak sadece bir düşünce (düşünüyormuş gibi yapma) hilesidir. Burada tabii ki “fikrî vuzuh”tan söz ediyorum, stratejik ve taktik slogan çaçaronluğundan değil.
↧