Taksim merkezli olayların ele alındığı Washington Enstitüsü’nün -ki bu kuruluş 28 Şubat postmodern darbede önemli rol oynamıştı- düzenlediği toplantıda söz alan eski ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, Türk hükümetinin tutumuyla ilgili şunları söylemiş: “Türkiye’nin yaklaşımı daha çok ‘İç işlerimize nasıl karışma cür’eti gösterirsiniz?’ şeklinde.Evet gösteririz çünkü siz bu kulübün üyesisiniz. Kendinizi izole edemezsiniz, mürekkebinin silindiği 150-200 yıllık Viyana Kongresi’ni ortaya koyup ‘İç işlerimize karışamazsınız.’ diyemezsiniz.” Eski Büyükelçi’ye göre “Sürekli ABD hakkında konuşan Türkiye’nin demokratik kulüpteki oyunun kurallarını kabul etmeye dönük isteksizliği endişe verici.” Aynı panelde “uluslararası ilişkilerde Batı’nın Türkiye’nin desteğine güvendiğini” dile getiren Jeffrey, Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili olarak da şunları söylüyor: “İlk olarak Türkiye bölgede İran’ı dengeliyor. Bunu her ne kadar resmi politikası olarak yansıtmasa da kapalı kapılar ardında gerçekleştiriyor, Suriye ve Irak’a olan siyasetine bu yaklaşım yansıyor. ABD’nin Suriye’de Türkiye’nin desteği olmadan olumlu bir girişimde bulunması hemen hemen imkansız.” Biliyoruz ki Suriye’de işler tıkandı. Esed, bizim Dışişleri’nin ömür biçtiği gibi 3 ayda gitmedi, aradan 3 sene geçti. Uluslararası sistem görünürde Cenevre Anlaşması’ndan başka bir çözüm üretemiyor; Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın mayıs ayındaki ABD ziyaretine kadar Cenevre’yi “ipe un sermek” olarak tanımlarken neredeyse hiçbir maddesi üzerinde mutabakata varılmayan Washington ziyaretinden sonra resmi görüş -yarım ağızla da olsa- Cenevre’den söz etmeye başladı. Denilecek ki Taksim ile Suriye arasında ne türden ilişki var? Doğrudan ilişki yok tabii. Ama eski ABD Büyükelçisi’nin söylediklerinin satır araları neden ABD resmi makamlarının Taksim olayları dolayısıyla hızlı, sert ve ısrarlı tutum takip ettikleri konusunda bize fikir vermeye yeter. Belki gösterileri kendileri tertip etmemiş olabilirler, ki ben de böyle bir şeye ihtimal vermiyorum ama şu veya bu sebeple başlayan gösterileri ABD ve Batılı resmi ve sivil çevreler bir anda sahiplendiler; azami ölçülerde istifade etmeye çalıştılar; gayrı tabii tepkiler verdiler. ABD Dışişleri Bakanlığı, bakanın kendisi, Başkan Yardımcısı, Beyaz Saray, AB, hatta BM sert açıklamalar yaptı. Batı medyası edeb sınırlarını aşıp hakaretler yağdırdı. Mesela Alman Bild, Erdoğan için “Beton kafalı” ifadesini kullandı. Focus, Esed’e benzetti; Der Spiegel “Çıldırmış bir despotu andırıyor” dedi. CNN ve The Economist malum! Resmi çevrelerin ve medyanın öne çıkardıkları temel argüman “ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve gösteri hakkının ihlali”ydi. Uzun zamandır Batı dünyası insan haklarını “bir iç mesele” olarak görmüyor. Taksim olaylarıyla ilgili olarak Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjan Jagland “İnsan hakları ihlali hiçbir ülkenin iç sorunu olamaz.” hatırlatmasında bulundu. En son BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay ve Genel Sekreter Ban Ki-mun da Türk hükümetini insan hakları ihlalleriyle suçladı. Batılı müttefiklerin bize yaptıkları iki önemli hatırlatma var: 1) Siz Batı Kulübü üyesisiniz. Kulübün çizdiği sınırların dışına çıkamazsınız. Sınırlar Batı’nın dünyaya empoze ettiği değerlerin ürünüdür, siz bunları kabul etmişsiniz. 2) Batı sizi ekonomik, diplomatik ve askeri olarak destekliyor. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da ve Kürt meselesinde kendi başınıza ‘bağımsız’ politika takip edemezsiniz. Şimdi biz kendimize soralım: Bunlar bizim acı gerçeklerimiz değil mi? Hem Batılı Kulüp’e üye olmakla övüneceksiniz hem normlarını tanımayacak, üstelik stratejik ve model ortaklığın sınırları dışına çıkacaksınız. Bu mümkün mü? Uluslararası hukuk ile mafya kuralları arasında bazı benzerlikler vardır; her ikisinde de kendi başına hareket edene racon keserler. Sahiden bağımsız olmak istiyorsanız Batılı değerlerden daha sahici ve adil değerler üretmeniz, kendi öz kaynaklarınıza ve sahici kardeşlerinizle “duvar taşları gibi kardeşçe” dayanışma içinde olmanız lazım.
↧