Ölümünde bile değeri üzerinde kafa yormadığımız Peride Celal, Marguerite Duras’ın “Yazmak” denemesini çok sevmişti. “Yazmak” o zaman dilimize çevrilmemişti.Duras’ın son yazılarından biri. Peride Hanım’ın ölümünden sonra yeniden okudum. Çarpıcı bir deneme. Yazmak ediminin öyle kolay sona ermediğini saptıyor. Bir yerde kitapları ikiye ayırmış: “Günlük, sıradan kitaplar, vakit geçirten, yolculukta okunan kitaplar. Kafanızın içine kene gibi yapışan ve tüm bir yaşamın kara yasını anlatan, her düşüncenin en can alıcı noktasını yakalayan kitaplar değil.” (Aykut Derman çevirisi.) Vakit geçirten kitapları severim. Günlerin belli saatleri vardır, o soy kitaplar eşlik eder. Hele eskiden, her gece beş on sayfa, bir gerilim romanı. Yolculuklar için ‘sürükleyici’ romanlar. Tatilde hem polisyeler hem uçucu aşk romanları. Arada bir, kolaycacık yazılmış, hep entrikalı tarihî romanlara iştahım kabarır; derken bir gülmece romanı… Oysa Duras’ın “değil” dediği soydan öyküler, romanlar yazmaya çabalayıp durdum. Bütün bir hayatın kara yasını yansıtmaya didindim. Neydi o kara yas? Katherine Mansfield’ın eşsiz öyküsü “Garden Parti”, Laura o öyküde şöyle der: “‘Hayat’ diye kekeledi, ‘hayat…’ Demek istediğini, hayatın ne olduğunu anlatacak kelimeleri bulamıyordu.” (Memet Fuat’ın çevirisi.) “Garden Parti”yi okuduğumda on yedi yaşımdaydım, şimdi altmış dört. On yedimdeyken ülkülerim vardı: Laura’nın kekelediği hayatı yazacaktım. Babamdan yadigâr yazı makinası başında günler geçirirdim. Şimdi yine aynı yazı makinası. Kara yası hissederdim de, bir türlü söze dökemezdim. Bir baş dönmesi, yürek çarpıntısı! Şimdiyse içim ezgin. Derin bir acıdan başka bir şey duyumsayamıyorum. Ne oldu? Daha kırklarımdayken hayatı, kara yası yazamayacağımı mı ayırt ettim? Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta”da inanılmaz yalınlıkla belirttiği gibi, yazmanın da ‘hırs’tan başka bir şey olmadığına mı vardım, yalnızca içe kapanışlara, daha içe kapanışlara çekilmek isteği duydum. Kötülüğün önüne geçmekti kara yas. Marguerite Duras haklı olabilir mi?: “İnsan, içinde ne var ne yok ortaya dökmüşse, bir kitabı dolduracak kadar şeyi yani; kimseyle paylaşılamayacak belirli bir yalnızlık içinde demektir. İnsanları, sizinle bir şey paylaşmaya zorlayamazsınız. Yazdığınız kitabı oturup tek başınıza okumanız, kendinizi o kitaba hapsetmeniz gerekir.” Yazarken mi, yazdıktan sonra mı? Yayımladıktan sonra da mı?! Şiirler, öyküler, roman, deneme, anı; edebiyat ne işe ‘yarar’? Onca birikim, onca deneyim… Duras’a göre, birçok kişiye göre, günü gelir, birileri çıkar değerlendirirmiş. Günü gelince mi, günü çoktan geçtikten sonra mı? Günün meseleleri, siyasî meseleler, toplumsal meseleler ister istemez öne çıkıyor, başı çekiyor. Günün meseleleri için kimse edebiyatta, onca birikimde yanıt aramayı gereksinmiyor. Günü birlik yorumlar tercih ediliyor. Bu da belki kara yasın bir parçası. Kaygılar yazmış olanların eserleri hep bilinmeyen bir geleceğe erteleniyor. Öyleyse niye yazıldı çizildi? Umutsuzluğum yaşlanıştan mı? Günün korkunç hayhuyunda sanat vızıltıya dönüştürülüyor, hiçbir kötülüğün önüne geçemez hale getiriliyor. Laura’nın hayat diye kekelediği yine de yazılıyor, bütün umarsızlığa karşın. Kara yas bu olsa gerek. Duras’ın şimdi alıntılayacağım tümcesine katılmamak elde değil: “Yazmak, konuşmamaktır da. Susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır.” Şimdi sessiz çığlıklar çağı!
↧