Postmodernizmle diğer modern felsefi ve sosyo-ekonomik yapılarda olduğu gibi politik alanda demokrasi de belli bir krize girmiş bulunuyor.Söz konusu kriz iki katmanda, “süreçler” ve “varoluşsal” olarak yaşanıyor. Bugün küresel güçler ve içeride darbecilerle boğuşan Müslümanlar demokrasinin krizini konuşmadan yollarına devam edemeyeceklerini anlamış bulunuyorlar. Geçen yazıda işaret ettiğim üzere İslam dünyasında genel gidiş “demokrasiye doğru”dur, Müslümanlar baskı altında yaşadıkları sıkıntıların aşılması, sahip oldukları zenginliklerin adilce paylaşılması ve farklılıkların çatıştırılmadan bir arada yaşatılması umuduyla demokrasiye başvuruyorlar. Fakat Müslümanların varoluşsal kimliklerini koruyarak demokratik sürece katılmaları Batı tarafından tasvip görmüyor, bunun farkında olan imtiyaz peşindeki ulusal zümreler ve cunta heveslileri Batı’dan cesaret ve destek alıp hukuksuzluğun her türünü kullanıp meşruiyeti yok ediyorlar. 28 Şubat ve 3 Temmuz Mısır darbesi bunun somut örnekleridir. Kısaca Batı, İslami gruplara “şartlı demokrasi” formülünü önermektedir: Ya benimle uyumlu olacaksın veya demokratik mücadelede ısrar edeceksen bu darbe garantili demokrasi olacak. Ancak seçimle kazandıkları iktidarlarının askeri darbelerle çalınması -bazı İslami hareketleri otokrat siyaset biçimlerine, radikalizme veya şiddete sevk etmiş olsa bile- genel olarak işleyen süreç İslami siyasi akımları demokrasiye yaklaştırmaktadır. Sosyal psikoloji açısından, yeterince değer atfetmesek bile elimizdeki çalındığında bir anda kıymete biner, ona tekrar sahip olma arzularımızı kamçılar. Seçimle elde ettiği iktidarı elinden alınmış bir siyasi hareket –eğer seçim mutlak anlamda demokrasiyle ilişkilendirilmişse- söz konusu zorunla olmayan ilişkilendirmenin zihinde meydana getirdiği kayma sonucu demokrasiye dört elle sarılmaya başlar. İşin başında demokrasiye yönelttiği makul, haklı eleştirileri ‘şimdilik kaydı’yla rafa kaldırır, zor zamanı aşmanın geçerli çaresi olarak mücadelesini demokratik süreçlerin çalıştırılmasına hasreder. Bu, demokrasiye rezervler koyarak siyasi mücadeleye girişenlerin zaman içinde bu rejimin varoluşsal (kelami/fıkhi) sorunlarını görmezlikten gelmelerine yol açar. Türkiye tecrübesinin bu konuda önemli rol oynadığını söylemek mümkün. 27 sene süren tekparti yönetimi, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 müdahalelerine rağmen Türkiye Müslümanları “temkin yolu”nu takip edip şiddete ve silahlı ayaklanmalara başvurmadılar, ne zaman iç ve dış konjonktürün etkisiyle demokratik süreçler başladıysa sandığa gidip tercihlerini ortaya koydular. Bu doğru bir tutumdu. Açık olan şu ki, şiddet ve silahlı mücadele ya Cezayir’de gözlendiği üzere yeni bir diktatörlük getirir veya Suriye’de yaşandığı gibi zorba bir rejimi daha da azgınlaştırır. Her iki durumda yüz binlerce insan hayatını kaybeder, milyonlarca masum ülkesini terk eder. Cezayir’de zayiat 250 bin, bugüne kadar Suriye’de 100 bin. Suriye’de Sünni temkin yöntemi takip edilseydi bu trajedi yaşanmazdı. Yazık ki bugün Mısır darbesinin finansörleri Körfez’in ağababaları buna fırsat vermediler. Sünni temkin modeli tümden kusursuz değildir; konjonktüre göre demokrasiyi araçsallaştırmasının doğurduğu sorun, Müslümanların iktidar olmak veya iktidarda kalmak saikiyle demokrasinin süreçlere ilişkin/biçimsel sorunlarıyla uğraşırken varoluşsal krizini gözden kaçırmasında ortaya çıkar. Bu, Sünni temkin modelinin zaafıdır. Şii Velayet-i Fakih, seçim, denetim ve iktidarın periyodik olarak yenilenmesi gibi süreçleri işletmek suretiyle orijinal bir modeli vaz’etti, bunu deniyor. Vehhabi-Selefi yorumdan beslenen Harici model yöntem olarak şiddeti, siyaset olarak monarşik-otokrat modeli ima ediyor. Yakın tarihin iki büyük olayından biri 1979 İran İslam Devrimi, diğeri Müslüman Kardeşler’in Mısır’da iktidar olması ve darbeyle devrilmesi. Eğer İhvan’ın şiddetten uzak sivil direnişi zihni bir tecdide kapı aralarsa, ikinci İslam Devrim’i Mısır’da gerçekleşecektir.
↧