Batı’da bir siyasi rejim olarak demokrasiye duyulan güven korunurken, kurumlarına karşı (parlamento, partiler) güvende düşüş kaydedilmesi düşündürücüdür.Berlin Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi’nden Wolfgang Merkel’e göre yargı, merkez bankaları ve polis teşkilatı daha yüksek güvene sahip bulunuyorlar. Buna karşılık partilerden daha az güven duyulan kurumlar bankalar ve sendikalardır. Kendilerine güven duyulan yargı, polis teşkilatı demokratik olmayan rejimlerde de var. Bir başka önemli veri, seçimlere katılımdır. Batı Avrupa’da uzun zamandır oran pek değişmiyor, Doğu Avrupa’da ise düşüşte. Parti üyelerinin ortalama yaşı 60; partilerin toplayıcı oyları yüzde 60’tan 40’a düşmektedir. Merkez partiler yerine Yeşiller, sosyalistler, popülist sağ partiler öne çıkıyor. Yeni partiler orta sınıflara seslenirken alt sınıflar, gençler siyasete giderek yabancılaşıyorlar, çünkü temsil edilmedikleri yönünde kuvvetli bir kanaate sahiptirler. Türkiye’de ise durum tam tersinedir. Nüfusun en zengin ilk yüzde 10’u seçimlere az ilgi gösterirken, orta sınıftan en alt katmana kadarki kitleler daha çok ilgi gösteriyorlar. Geçen seçimlerde bazı CHP’lilerin mahallinde oy atmak için tatillerinden fedakârlık yapmadıklarını biliyoruz; CHP’nin tatil yörelerine koyduğu otobüslerle sandığa gidenlerin çoğu AK Parti seçmeniydi. Merkel’e göre siyasete yabancılaşma olgusunda küreselleşme, bireyselleşme ve neoliberal politikalar önemli rol oynamaktadır. Polanyi, bu olayı kapitalizmin krizi değil, zaferi olarak görmektedir. Marxist iddiayı temel aldığımızda Polanyi’nin dedikleri doğru, zira en alt sınıfta yer alanların (proletarya) devrimci değişimi üstlenmeleri beklenirdi, aksine hem siyasete yabancılaşıyorlar hem sistemden dışlanıyorlar, demek ki kapitalizm onları etkisiz hale getirdi. Kapitalizm veya neoliberalizm demokrasiyi kendine uyumlu hale getirmekle krizi yok etmiyor, başka tarz ve formlarda patlamalar şeklinde kendini ortaya koyuyor. Bugün Amerika ve Avrupa’da vuku bulan toplumsal patlamalar demokrasiyi esir almış neoliberalizmin ürünüdür. Demokrasinin krizini sadece “ulusal düzey”de değil, “bölgesel entegrasyon” olan AB ölçeğinde de takip edebiliriz. Başlayan finansal kriz ve bunun yol açtığı ekonomik ve sosyal sorunlar Almanya üzerine ağır yükler bindirdi. Krize giren Yunanistan, İspanya, İrlanda ve Portekiz’e zorunlu olarak yardım etmek gerekir, doğal olarak gözler Almanya’ya çevrildi. Almanya yardım elini uzattı ama krizdeki ülkelere “kemer sıkma politikaları”nı tavsiye etti ve bu konuda tavizsiz olacağını söyledi. Bu ülkelerde kemerleri sıkacak olanlar elbette halk kitleleri olacaktır. Bu bize bölgesel entegrasyonu (AB) monolotik bir ulus olarak düşünemeyeceğimizi göstermiş oldu. Zengin olan yardıma muhtaç olana politika empoze etmektedir, bu kadim bir yasadır: Borç alan buyruk alır! Krizin maliyeti kendilerine bindirilen kitleler isyan ederken, yardımı yapan Almanların yüzde 65’i bu politikayı destekliyor. Bir başka deyişle krize girmiş ülkelerde halk yığınlarının nefeslerini kesen kemerlerin zengin Almanlar nezdinde ‘demokratik meşruiyeti’ var. Alman hükümeti aksini düşünecek olsa bile, bu yönde tecelli eden demokratik irade krizin maliyetinin üye ülke halklarına çıkarılmasını öngörmektedir. Krize sebep olan bankalar, büyük şirketler, yanlış karar veren yöneticiler bir şekilde paçalarını kurtarıyorlar, ama geniş halk yığınlarının durumu her geçen gün biraz daha kötüleşiyor, bu da siyasi istikrarı bozuyor. Krize giren ülkelerde hükümetlerin demokratik yollarla kurulmasından vazgeçilip teknokrat hükümet modeline gidildiğini görüyoruz. Oysa biliyoruz ki hiçbir teknokrat hükümet demokratik değildir; tıpkı Mısır’da seçilmiş cumhurbaşkanını ve hükümetini deviren Adil Mansur hükümeti gibi. Mısır’da kaba darbe ile Avrupa’nın bazı ülkelerinde yumuşak yöntemlerle demokratik olmayan hükümetlere kapı aralandı. Ortadoğu veya Batı’daki patlamalar demokrasinin evrensel krizine işaret etmektedir. a.bulac@zaman.com.tr
↧