Allah’ı unutursak, O da bize kendimizi unutturur... Bir ayet mealinden mülhem olan bu sözü (beyanı) okuduğumda hem sarsılmış hem hayran olmuştum. O zamanlarda yaşıyor olsaydım, sadece bu ayeti duysaydım derhal iman ederdim. Böyle bir insan sözü olamaz. Epiktetos’tan beri bir sürü güzel söz okudum, buna benzeyeni yok. Kendimizi unutursak, başka musibet başka düşman lâzım değil; kendi kendimizin düşmanı olmuşuz demektir. Bir çeşit manevi delilik! Lehine ve aleyhine olanı bilmiyorsun. Çirkinlikleri güzel görmeye başlıyorsun, bedbahtlığı mutluluk gibi arıyorsun, normal (fıtrî) dengelerini altüst ederek tatmin umuyorsun; değerini, nasibini, ruhunu, kendini unutmuşsun çünkü. Kendini unutanın kendine yaptığı kötülüğü, kimse ona yapamaz. İnsanın kendini unutması, kendi var oluşuna ve yaşadığı hayata bir anlam veremez hale gelmesidir. İnsan olarak sadece şeklen varsın; ruhunla, aklınla, kalbinle değil. Böyle bir insana, kendini hatırlama ve bulma şuuru kazandırmadan hiçbir kavramı, düşünceyi, değer hükmünü doğru ve etkili olarak anlatamazsın. Uğraşırsan boşuna yorulursun. O, cezalı gibidir. Kendini unutmaya hüküm giymiştir. Aslında bu, ceza da değil, yardımsız ve yalnız kalma sonucunu kendi iradesiyle hazırlamıştır. Bunu âdeta seçmiştir. Özgürlüğünü (!) o yönde kullanmıştır. Allah’ı unutanın, kendi varlığının şuurunda olması aklen mümkün değil. O şuur olmayınca, insanın zekâsı (IQ’su) sadece basit yahut spekülatif (felsefî türde) kurnazlıklara yarar. En ilerisi de bu ikincisidir. Kendi içinden geçip yükselen ışığı göremeyen, dışarıdaki şaşırtıcı ama yön göstermeyici ışıkların peşinde koşturur durur. İç ışığından yoksunsan felsefe teleskopları (!) olsa neye yarayacak? Halbuki derinlere ve ötelere yönelmeni sağlayıcı ışık, senin içinden geçip yükselen ışıktır ve senin şuursuzluğun senin ona açılan şuur kapını kapatmış. Kendi içine bir gaflet perdesi çekmişsin var oluş gerçekliğini unutarak. Senin kaybettiğin şeyler aradığın yerde değil ki. Binbir hüner sahibi olsan da, elde edebileceğin bir şey yok. Sahte ışıklar içindeki bir kısır döngüde fırıldak gibi döner durursun. Halbuki o ışıklar aslen kör eden uyduruk ışıklardır. “Fikir mücadelesi” diye birileriyle çarpışır toslaşır durursun. Sıradan gibi gördüğün, “kendini unutmamış” insanlar sana çok yabancı ve çok uzak birine bakar gibi bakarlar, yanlarında dursan bile. Ne seni anlayabilirler ne de kendilerini sana anlatabilirler. Yan yana durabilirsiniz, karşılaşabilirsiniz ama, iletişim imkânları yoktur; empati ve diyalog bir hüzünlü hasretten ibarettir. Kendini unutmuş insana kimse erişemez. Erişeyim derseniz duvara çarpmış gibi olursunuz. Bazen aynı evde yaşasanız bile böyle olur. Kendini unutana erişilemez, erişilemeyenle iletişim kurulamaz. Bazı konuları kısa yazmak çok zor. Şu yazım sonuna yaklaşıyor, fakat konunun aslına yeni girdim! Unutmamakla mesele bitmez. Düşünce başlayacak ve gelişecek. Sonra unutmaya varılmadan da, ârız olan aksaklıklar var. İçinizdekileri ve içselleştirdiklerinizi nasıl değerlendireceğiz? Bunların da izahı gerekir... Şuurun yokluğu kesin ve yalın bir durumdur ama; açık olan şuurun derecesi, işleyişi, kıvamı, seviyesi, incelikleri çok geniş bir bahistir. Orada da “itidal” ve “istikamet” gibi hayatî ilkeler vardır; itidalden uzaklaşıp ifratlara dalarak istikametten sapma gösterme ihtimalleri de yok değildir. Ben bunun bir örneğini şimdi şu satırları yazarken TV’den izlemekteyim! Unutmamak ara sıra hatırlayış değildir, sathi hatırlama da değildir, derin idrak şuuru ile her an O’na bağlı olmaktır. İşte o zaman kendini bilirsin tanırsın, yolunu ve istikametini bulursun. a.selim@zaman.com.tr
↧