Sayfa editörümüz Ayşe Hanım’ın bana intikal ettirdiği bir husus oldu, bazıları diyormuş ki; “Ben Kur’an’da görmediğime inanmam.” Böylesi bir itirazın teravih namazının rekatları ile alakalı yayınlanan yazımızla alakası var mı yok mu bilmiyorum ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim; bu itiraz benim o yazıda belirttiğim Müslüman’ın yaralı bilinci tespitini doğruluyor.Eğer Müslüman’ın bilinci yaralı olmasaydı; asırlar öncesinde de tartışılan ve son tahlilde cumhur-u ulemanın ve ümmet-i vasatın kabullenip hayatına hayat kıldığı anlayışa muhalif ve ilmi bakımdan da sağlam hiçbir dayanağı olmayan böylesi bir itirazı seslendirmezdi. Tarihi süreçte yapılmış tartışmalara bir bütün halinde bakar, bilgi dağarcığına yeni şeyler ilave eder ve ehl-i sünnet çizgisinde hayatına devam ederdi.İkinci bir husus; yakın geçmişimizde bazı hocalarımızın gayretleri ile kamuoyuna mal olan bu konunun ben devre dışı kaldığı zannındaydım. Evet; 80’li yıllarda -ki bizim ilahiyat fakültesindeki talebelik yıllarımıza tekabül eder- başlayan, 90’larda zirve yapan bu tartışmaların ben gerçekten bittiği kanaatindeydim. O zamanlar “Kur’an Müslümanlığı” adıyla yapılan söz konusu tartışmalar 32 veya 54 farz Müslümanlığı diye adlandırabileceğimiz “Halk İslam”ının katı duvarına çarpmış ve yok olmuştu. Halk, o engin basiret ve firasetiyle şöyle düşünüyordu: “Bir taraftan Kur’an diyeceksin; öte taraftan Kur’an’ın tarif ve tavsifini yaptığı Peygamber’i (sas) ve sünnetini kabullenmeyeceksin. Bir taraftan Kur’an Müslümanlığı diyeceksin, öte taraftan Kur’an’ı bize getiren Nebiler Serveri’ne (sas) farklı bir konum biçeceksin. Bir taraftan Kur’an diyeceksin, öte taraftan kendine tanıdığın Kur’an’ı yorumlama hakkını Hz. Peygamber’e (sas) tanımayacaksın. Bir taraftan Kur’an diyeceksin, öte taraftan Kur’an ve sünneti birbirinden bağımsız, aralarında sera-süreyya farkı bulunan iki müstakil kaynak olarak tanımlayacaksın!” Bu bağlamda söyleyegeldiği değerlendirmeleri şöyle bitiriyordu halkımız: “Böyle saçmalık olmaz.”Kur’an, tarihi bir zeminde inmiş olsa da tarihi bir kitap değildir. Aksine o emir ve yasakları, ilkeleri, prensipleri itibarıyla tarih üstü, tarih ötesi ve evrenseldir. Aynı husus Efendimiz’in (sas) bütün ümmeti bağlayan peygamberlik vasfıyla dile getirdiği beyanları için de geçerlidir. Onun içindir ki Efendimiz’in (sas) söz konusu beyanları da tarih üstüdür, tarih ötesidir ve evrenseldir.Buradan şu sonucu çıkartabiliriz; tarihin hangi döneminde yaşarsa yaşasın; ister Efendimiz (sas) ile birlikte asr-ı saadette isterse ondan 15 asır sonrasında, ister Mekke ve Medine’de isterse Çin’de ve Maçin’de Müslüman’ın Kur’an ile Nebiler Serveri (sas) ile münasebeti statik değil, dinamiktir. Şöyle de diyebiliriz; bu iki asıl kaynakla Müslüman’ın ilişkisi dinamik olmak zorundadır; zira emir-yasak, ilke ve prensiplerin evrensel olması bunu gerektirir. Onun içindir ki Müslüman birey “kurucu” diyebileceğimiz bu ana metinlerle ilişkisini her daim gözden geçirmeli ve o metinleri yeniden üretmelidir. Aksi halde tarihe müdahale etmek için gönderilmiş olan Müslüman fert, tarih karşısında nesne olur. Hadiselere yön vermek yerine hadiseler tarafından yönlendirilen iradesiz bir mahlûka döner. Bu safhada o insanın/Müslüman’ın rüzgâr önünde yuvarlanıp giden saman parçasından farkı kalmaz. Kalmaz ve kendisini tarihin dışında bulur. Nitekim bugün genel manada İslam dünyasının kısmen tarihin geri kalmış zaman dilimlerinde yaşıyor olması Kur’an ve sünnet ile bu dinamik ilişkiyi kuramamasından kaynaklanmaktadır.Tekrar başa döneyim; Kur’an’da görmediğime inanmam deme; Kur’an ve Hz. Peygamber (sas) bütünlüğünü kavrayamamanın ifadesi ve göstergesidir. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayan bir bütündür.Şunu sorabilirsiniz; hiç mi fark yoktur Kur’an ile Hz. Peygamber (sas) arasında. Elbette vardır; biri Kur’an diğeri Hz. Peygamber beyanıdır ve bu ayırımı bizzat Efendimiz (sas) kendisi yapmıştır.
↧