Kim bilir kaç kez yazdım: Kitapların, dergilerin elden geçirilmesi, gazete kesiklerine yeniden düzen verilmesi acıklı bir iştir. Geçmişe ilişkin bütün anılar, umutlar depreşir. Şu dergiyi filan tarihte şuradaki gazete/tütün bayiinden almıştım. Örnekse, Cemal Süreya’nın yönettiği Papirüs; Taksim’deki bayi… O zamanlar edebiyat/kültür/sanat dergileri dörtbir yanda satılırdı diye düşünürsünüz.Hepi topu birkaç odakta güçlükle bulabildiğimiz edebiyat dergileri bu yalnızlığa nasıl sürüklendi; bence uzun uzadıya düşünülmeli. Uygar bir toplumun göstergesi sayılabilir mi bu durum?..Bir kitabın ilk sayfasındaki ithaf ve imza ölmüş bir yazara aittir. Ya da artık görüşmediğimiz bir kişi o kitabı içten duyuşlarla size armağan etmiştir; öylece bakakalırsınız. Ama daha acıklı bir durum var: ‘Tasfiye’sine karar verdiğiniz eserlerin ve yazarlarının konumu, hele edebiyatımız söz konusu edilecekse.Yarım yüzyılı aşan bir okumanın dökümünü göz önüne aldığımda ne kadar şaşırtıcı, irkiltici bir görünümle karşılaşıyorum: Dün, okura çok parlak bir şair, yazar, romancı gibi sunulmuş öyle adlar var ki, zaman içinde, iz bırakmaksızın silinip gitmişler. İstediğimiz kadar vefalı olalım, tek satırlarını okumak gereksinimini duymuyoruz bugün.Şu şair; kırk yıl önce, gazetelerin sanat-kültür sayfalarında adı çok sık geçerdi; kitapları o zamanın Sovyetler Birliği’nde, Bulgaristan’ında çevrilerek yayımlanırdı, gün geçmezdi ki haberi çıkmasın. Yazık ki kimse okumuyor bugün. Hikâye kitapları da vardı şairin, açıp kaparken, onlara hep hüzün duydum…Sonra başka kitaplar, yine hikâye kitapları… Bu kitaplardan edinmek bir zamanlar âdeta zorunluluktu. Eleştirmenler, o hikâyecinin memleket gerçeklerini yalçın bir çıplaklıkla yazdığı kanısındaydılar. Şüphesiz acı hikâyelerdi. Acılıkları belki bugün de sürüyor, ama dediğim gibi kimse okumuyor. Öyle sanıyorum ki, dilde, anlatımda gazete haberine takılı kaldığından, bir Sabahattin Ali derinliği duyumsatmadığından.Döneminin ‘satış’ yazarıydı; yakından tanımıştım. Sokakta birlikte yürüdüğümüzde herkes onu gösterir, filancayı gördün mü der, yanına gelip imza isterlerdi. Art arda basımlar, yabancı dillere çevrilişler. Derken, üstelik bir doruk sayılırken, ölümünden sonra unutuluş.Yine romanlar romanlar, köy gerçekleri için yazılmış, köy gerçeklerini ‘öğrenmek’ için okunmuş. Bu soy romanları yıllar yılı göklere çıkarmış bir eleştirmenimiz, 1990’larda bir yazı yayımlamıştı: Türk romanını hep aynı köy romanıyla tıkızlaştırdılar diyordu…Ya asıl Türk edebiyatı? Asıl Türk edebiyatı, Türkiye’de handiyse gündem dışı bırakılarak varlığını korumaya devam ediyordu. Siz şimdi Tanpınar’ın ölüm sonrası ününe aldırmayın; Huzur’u kimseler okumazdı.Üç roman kaldı geriye Oktay Rifat’tan, olağanüstü güzellikte üç roman. Oktay Rifat’ın eşsiz şiirleri okunuyor mu, bilmiyorum. Ama Bir Kadının Penceresinden’in hele Bay Lear’in edebiyat çevrelerinde bile ‘rağbet’ görmediğini saptayabiliyorum: Yazılarda çizilerde bu roman adlarına rastlanmıyor bile.Öyle anlaşılıyor ki, asıl Türk edebiyatı, Türk okurunun okuma girişimiyle de ayakta durmuyor. Gizli bir hazine, sular altında kalmış bir uygarlık gibi asıl Türk edebiyatı. Definecisini bekliyor. Kenan Hulûsi hâlâ definecisini bekliyor, hikâyeci Kenan Hulûsi, hikâyeci Halikarnas Balıkçısı da…Umudumu hiçbir zaman yitirmedim; yalnız bir kaygım var: Cahit Sıtkı’nın dizeleri, bilmem neden, boyuna yankıyor:Alıp götürsen beni oraya,Deniz yolu kapanmadan evvel!
↧