Bundan birkaç yıl evvel bana bir romanın kapısını açacak adresi bulmak üzere Tebriz’e gittiğimde elimde otuz yıl öncesinden kalma bir adres vardı sadece. En büyük korkum da o adresi bulamamaktı. Dahası adresi bulsam bile aradığım ev duruyor muydu?Yerine bir otopark ya da alışveriş merkezi yapılmamış mıydı çoktan? Ne de olsa ben manzaraların çabuk değiştiği bir ülkede, betonlaşmış bir şehirde yaşıyordum. “Gecekondu”nun zıddı istikamette “geceuçtu” ilkesince meselâ bir sabah uyandığımda denizimin kıyısını yerinde bulamıyordum. Endişelerimi dile getirdiğimde “Korkmayın, İran’da zaman yavaş geçer” demişti rehberimiz gülümseyerek. Ne demek istediğini bozulmamış bir kasabada aradığım evi yerli yerinde bulunca anlamıştım.Zamanın hızlı geçmesinden şikâyetçiyiz hepimiz. Onun ağır ağır geçtiği günler çocukluğumuzdaki yaz tatilleri gibi ortak belleğimizin de mazisinde kaldı. Önce makinenin sonra dijital sistemlerin ritminde parçalanarak hızla geçen bir zamanın çarkında öğütülüyoruz. İç zamanımıza uymayan bir dış zaman kuşatıyor hepimizi. Bu uyumsuzlukta yoğun bir merkezkaç kuvvetinin basıncına maruz kalıyor, parçalanıp savruluyoruz.Şimdi artık biliyorum ki zamanın yavaş geçmesi, insanın fıtratında kurulu saate müdahale etmemek demektir. O da ancak fıtrata uygun bir çevrede yaşamakla mümkün olabilir. Çünkü zaman, mekânla doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden ben hâlâ İran’ı hatırlıyorum ve o coğrafyayı onda zaman yavaş geçtiği için de seviyorum.Birkaç hatıram var. Persepolis’te küçük bir çayhanedeyiz. Masalardan birine sessizce çöküveriyoruz. Sıcaktan nefesimiz tıkanmak üzere. Yanımıza gelen yaşlı adama birer kahve söylüyoruz. Soğuk bir şişe su ve bardaklar ikram olarak evvelden geliyor, kahveler de bir askının içinde ardından. Yaşlı adama fotoğraf makinemi uzatarak bize bir fotoğraf çekmesini hal diliyle rica ediyorum. Makineyi alıyor ama duraklıyor. Eliyle “Bir dakika” dercesine bir işaret yapıyor. Az ötedeki çiçeklerini taşırmış kırmızı begonyayı masamızın ortasına yerleştiriyor. Bir daha duruyor, bu kez yemyeşil bir fesleğeni begonyanın yanına koyuyor. Şişeden avucuna akıttığı buz gibi suyu fesleğenin üzerine serpip yeşil yapraklarını hızla dağıtıyor. Tatlı bir reyhan kokusu yüzümüze çarparken o, deklanşöre basıyor. Yüzümüzde tatlı bir gülümseme. İstesek bile böyle güzel bakamazdık. Fotoğraflarımın galiba en güzeli.Asırların içinden süzülerek gelen bu davranış bu yaşlı adamda öğrenilmiş değil. Hilkaten. İçten. Mecazen değil hakikaten. Şu adam, güzelliğin farkında ama daha fazlasını tefekkür etmiyor. Kıyas etmiyor. Masum. Ve kendi güzelliğinin de farkında değil. Bir daha masum.Benzer bir duyguya Nakş-ı Cihan meydanında da kapılmıştım. Güneş batmak üzereyken, keneden, sivrisinekten, kapkaççıdan, sarhoştan, lâf atacak, taciz edecek olandan korkmadan kendimizi çimenlerin üzerine atıyoruz. Nakş-ı Cihan’a akşamın inmesi, bu, gerçekten bir hadise. Güneşin son ışıkları mavi çinili kubbeler üzerinde bin bir parıltıyla sihirli bir şehrayine başlıyor. Zarif işlemeli altın kubbelerin üzerine ağır ağır gece inerken zaman perdesi sükûnetle açılıyor. Koca meydanın dört bir yanına dağılmış olan camiler, aynakârinin sihrinde saraylar bir mum alevinin asaletinde alev ateş yanarken her şey eski zamana dönüyor. Büyüleyici bir şey bu. Sağ yanımda incecik bir Şaban hilâli. Demek yüzüm güneye bakıyor. Esinti ferahlatıyor. Yepyeni duygular tanıyorum, daha evvel tatmadığım duygular. “İyi ki varım.” dediğimiz anlardan biri bu. “İyi ki yaratılmışım. İyi ki cesedime bir ruh üflenmiş benim de. Ya yaratılmasaydım?”İran 2500 yıllık bir kültüre sahip ve ideolojik anlamda en zıt uçlarda duran İranlılar bile tarih ile tabiatın damarlarından akan bu kültüre aynı anda sahip çıkıyor. Rejime muhalefet ederek ülkesini terk etmiş sanatçının Rock parçasında bile 2500 yıllık bir İran var. Bu, entelektüelinden ümmisine kadar her İranlı’da mevcut ortak bir tavır. O yüzden İran büyük. O yüzden İran’da zaman yavaş geçiyor.
↧