Vefasızlık, eski defterleri karıştıracak kadar yalnız kalınca geçmişe dönmenin adı mıdır, bilmiyorum. Ama söylesene altı yıllık sıra arkadaşım sen de beni benim seni özlediğim kadar özlüyor musun?Uzun bir yaz gününde yapacak şey bulamayınca ben de arşivimin kapağını açtım. Zaten nicedir eskiye dair fotoğrafları bir bir topluyorum. “Ortabir”deki Türkçe kitabımızı bulamasam da çok mesafe aldım. Çok iz sürdüm, çok surete rastladım. Eksik bir tek sen kaldın. Gerçi siyah-beyaz bir fotoğrafta seni de buldum. Lâkin kendi yüzüm bile Kız Orta’nın bodrum katındaki aynalara yansıyan yüzüm gibi değilken senin yüzün gerçekten böyle miydi nasıl bileyim?Sahi hayat ne kadar hareketliymiş ki öylesine ileri koşarken dönüp geriye bakmak aklımıza bile gelmemiş. Sıra arkadaşlığımız ortaokul ve lise yıllarıyla sınırlı kalsa da, sebebini sorgulamanın aklımıza bile gelmediği rüzgârlarda bambaşka mecralara doğru akmış olsak da, aramıza girdiğini fark bile etmediğimiz onca duvara rağmen dile kolay altı yıl her okul günü birbirimizi görmüşüz. Üstelik cumartesiler de dâhil bu altı yıla.Kırk yıl geçmiş aradan ve benim arşivimde ne çok şey birikmiş. Şimdi hepsi odamın zeminine saçılmış vaziyette ve “At gitsin” dediğim onca kâğıt parçası arasında kırmızı kapaklı bir defter. Matematik defterimden farksız. On altı yaşımdan on yediye girdiğim gün günlük tutmaya başlamışım. Sayfalar gerçekten sararmış. Şu satırları yazan el. Bütün dokusu yenilenmişken benim elim mi? Dahası gerçek bir günlük değil bu. Düşüncelerini bile denetim altında tutması öğretilen biri gerçek manada bir günlük tutamaz elbet. Bu yüzden fazla uzun sürmemiş. Üniversiteye girdiğim yıl bambaşka defterler tutmaya başlamışım.Fakat ben şimdi kırk yıl üzerine özgür üniversite defterlerime değil şu lise defterime bakıyorum. Neler yok ki onda? Ama her şeyin refakatinde sen. Her gün beni evden aldığın, kimi zaman dolmuşla çoğu zaman yürüyerek Uzunsokak’tan Lise’ye kadar yürüdüğümüz iki yıl. Bu deftere rastlamasaydım seni böyle hatırlar mıydım? Hayır. Seni böyle özlemeseydim o deftere rastlamazdım. Rastlasam bile kapağını kaldırıp bir oturuşta baştan sona okumazdım.Cümlelerim imajsız, sözüm dümdüz. Yazar olmak aklımın ucundan bile geçmiyormuş. Sana böylesi bir hayalden hiç söz etmemişim meselâ. Fakat okuduğum bir yer var ki kendimi alamadım, o sayfayı günlüğümün en kıymetli bölümü olarak işaretledim. Besbelli onca sayfa sadece bu anı için kaleme alınmış. Ben unutmuşum, ilk kez okur gibi oldum. Bilmem ki sen hatırlıyor musun? Bak şöyle:Canım sıkılarak uyanmışım bir sabah. İçim sebepsiz bir öfkeyle doluymuş. Bir şeylere darılmak hattâ bağırıp çağırmak istiyormuşum. Saçımı örerken kapı tıklamış usulca. Sen gelmişsin. “Neyin var?” diye sormuşsun. “Hiç” demişim, “ama canım çok sıkılıyor ve içimde sebebini bilmediğim bir öfke var.” Sonra eklemişim, “bakalım bu can sıkıntısını benden alabilecek misin bu gün?” Okul yolunda iki köprü geçmemiz gerekiyor. İlk köprünün, Tabakhane, başına geldiğimizde sen karşı yönden gelen bir adamı işaret etmişsin. Adamın kucağında mor çiçekler. “Bak” demişsin “bu adam bu çiçekleri bizim eve götürüyor.” Gençlik öfkesi selli pullu yağmur. Gülmüşüm ağız dolusu. Sonra ikinci köprüye gelmişiz, Zağanos. O köprünün çıkışında yaşlı bir adam görmüşüz, elinde iki tane gül varmış. Aylardan mayıs olduğuna göre bahçe gülleri. Renklerini yazmamışım. Bu kez ben sana “Bak” demişim “şu adam şimdi bu gülleri sana verecek.” Günlüğüme bakılırsa yaşlı adamın o iki gülü sana verdiğini biliyorum da o mor çiçekler gerçekten sizin eve mi gidiyordu? Bunca yıl üzerine söylesene bana altı yıllık sıra arkadaşım.Hayatlarımıza kimler girerse girsin onların asla göremeyeceği bir şeyi bıraktık biz birbirimizin hatırasına. Bir gençlik masasında/İkimiz arasında Senin bugün bu gazetede bu satırlara rastlayacağını hiç ummuyorum ve bakma bu kadar lâf ettiğime. Sözün özü seni feci özlüyorum. Benim tekrar sana dönmek için bu kadar durulmam lâzımmış. Sen hâlâ durulmadın mı? Bekliyorum.
↧