Mübarek Ramazan ayının, mübarek bir Cuma gününde aziz dostumuz Mustafa Miyasoğlu’nu fani alemimizden uğurladık. Bunaltıcı sıcak olmasına rağmen Fatih Camii’nin avlusunu seviyeli bir kalabalık doldurmuştu. Her şeyden önce eksiksiz bir mümindi; milletinin acısını duyar, ilacının da gelecek nesilleri iyi yetiştirmek olduğuna inanırdı; bu inanç onun dinamizmini ateşlerdi.Yaklaşık iki yüz yıldan beri milletimiz sosyal bir deprem yaşıyor; ya tarihin derinliklerine uzanan köklerimiz ve metafizik derinliklerimizle buluşup, çağın bilimlerini dağarcığımıza doldurarak var olacağız, ya da yok olacağız. Göz kamaştırıcı tarihimizden ürken düşmanlarımıza bugünkü zayıflığımız ümit veriyor, onları, güçlenmemize fırsat bırakmadan, ellerini çabuk tutmaya zorluyor. Sorumluluğunun şuurunda olan her insanımız, bu varoluş mücadelemizde yerini almaktadır. Mustafa Miyasoğlu da olup bitenleri hakkıyla idrak edenlerimizden biriydi. Bu çetin mücadelede onun için Necip Fazıl, yol gösteren bir kutup yıldızıydı. Bundan dolayı edebi ve fikri çalışmalarının yanı sıra Necip Fazıl’ı kalabalıklara, yeni nesillere anlatmanın gayretini aralıksız sürdürdü. Üstad’ın eserlerini, çabasını, üzerine yağdırılan yıldırımlara rağmen davasını savunmasındaki maharet ve metanetini konferanslarda, panellerde anlatırken sesinin bulanıklaşması yüreğimi burkar; bir insanın, bir faniyi Allah için, millet için ne kadar sevebileceğini bana duyururdu. Eserlerine bakınca Miyasoğlu’nun çok çalışkan olduğunu anlıyoruz; edebiyatın hemen hemen bütün dallarında ürün vermiştir; ama benim için sevgili Mustafa öncelikle şair ve romancıdır. Genel olarak şairi şöyle tanımlıyor: “… Şair mutluluğu da mutsuzluğu da sürekli içinde taşıyan bir bıçağın keskin ağzında dolaşan, hiçbir şeyden tam emin olmayan, bu haliyle dünyanın hem acınacak, hem de imrenilecek insanlarındandır. Çünkü korkuyu ve umudu sürekli içinde taşır. Bunları duymadan yaşayamaz.” Bu genel çerçeveden sonra kendi şairlik serüvenini açıklıyor: “ … Önümüzde iki yol vardı; biri inancı yüklenen şiire talip olmak, nasibini o yoldan beklemek; diğeri ise sorumsuzluğa bütün boyutlarıyla kucak açan inkara sürüklenmek. Birini tek başına Necip Fazıl, diğerini de sempatizanlarıyla Nazım Hikmet temsil ediyordu. Biz, inancı yüklenen şiiri seçtik.” Gerçekten de Necip Fazıl yalnızdı; fakat güvercine, tanka karşı kafa tutturan inanca sahipti; tabii inanan hesap yapmazdı; Necip Fazıl da yapmadı. Üstad’ın yanında saf tutmak Mustafa için hem bir fazilet hem de mümin olarak görevdi; fakat o fikir ve sanat devinin gölgesinde kaybolmadı; pek çok şiiri gibi şu dörtlüğü de varlığına ve şahsiyetine işaret ediyor: “Bu bir şarkının birden tükenir gibi/ Gelip gelip bir yerlerde susması mı/ Suların durup durup titremesi/ Zamanın ansızın durması mı” Sanat dünyamızın belli bir zümrenin vesayetinde bulunmasından maalesef bu derin, etkileyici şiirleri toplumda hak ettiği yankıyı yapmamıştır. Ama eserlerinin giderek daha çok okunduğunu görenler güneşin balçıkla sıvanmadığına bir kere daha şahit olacaklardır. Okunmaya değer romanlar yazdı; üslubu berrak ve büyüleyiciydi; tekniğe de son derece hakimdi. Dikkatleri çekmek için adeta birilerine mektup yazmıyor, inandığı değerleri ortaya koyuyordu. Milletin hayatında imanın ne kadar lüzumlu olduğunu bilmesine rağmen romanlarında kesinlikle propaganda yapmazdı; zira o bir propagandist değil, sanatkardı; fikrini sanatının içinde eriterek sunmasını becerebiliyordu. İnanmış bir aydındı; milletinin, ümmetinin, hatta insanlığın dertlerini dert edinirdi. Ne cemiyette bir mevki kapmanın, ne de tanınmanın peşindeydi; inandıklarına hayat buldurmanın gayretindeydi; zira köklü bir dava şuuru vardı. Kitap fuarının Taksim’de bir otelin altında açıldığı yıllardaydı. İktidarda sol bir partinin bulunması öğretmenlerin büyük kesimini fişeklemiş, onların gayretiyle Marksist yazarların başında öğrenciler kümelenmişti. Nasıl olmuşsa yazarların arasında bir de rahmetli Tarık Buğra’ya yer vermişlerdi; herhalde onun orada kitaplarını imzaladığını pek bilen yoktu. Tarık Buğra’nın kendisini yalnız hissetmemesi için sürdürdüğü gayret hâlâ gözlerimin önündedir. Aziz kardeşim; bir dostun ardından yazmak bana her zaman ağır gelmiştir. Şu anda da göz kapaklarımın altında bir ıslaklık duyuyor, yattığın yerin nur, mekanının cennet olmasını diliyorum. m.niyazi@zaman.com.tr
↧