Mevlânâ, Mesnevi’nin ikinci cildinde, birbirlerini anlamayan dört kişinin üzüm kavgasını anlatır. Hakikaten hoş bir hikâyedir: Adamın biri hallerine acıdığı dört kişiye bir dirhem verir. İranlı olan “Bu parayla engûr alalım!” diye tutturur. İkinci adam Arap’tır, “Lâ,” diye itiraz eder, “ben inep isterim!” Üçüncü, “Ben engûr da istemem, inep de... Üzüm alalım!” diye araya girer, o Türk’tür. Rum da istatil isteyince kavgaya tutuşurlar. Engûr, inep, üzüm ve istatilin aynı anlama geldiğini bilmeyen bilgisiz adamlardır bunlar. Mevlânâ bu dört kişinin ahmaklıkları yüzünden birbirlerini yumruklamaya başladıklarını söyledikten sonra şöyle devam ediyor: “Sır sahibi, çok dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara derdi ki: Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır. Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep oluyor. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret.” Türkiye’de şu sırada yaşanan kavgaların çoğu, aslında bu hikâyedeki gibi birbirlerinin dillerini tam bilmeyenlerin yanlış anlamaları yüzünden çıkıyor. Yanlış anlamaları kullanarak yahut her söylenene bile bile yanlış anlamlar yükleyerek kavgayı kızıştırmak isteyenler de çok. Sizi bilmem, ama ben bu yanlış anlama meselesinin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Cehaletten kaynaklanan yanlış anlamalar, Mevlânâ’nın hikâyesindeki gibi bir sağırlar diyaloğuna, hatta kör dövüşüne dönüşme tehlikesi taşımaktadır. Meramını iyi anlatamayanlar da ciddi yanlış anlamalara yol açabilirler. Bir mesele müzakere edilirken, tarafların yanlış anlamaları önleyecek bir dil kullanmaları, yani ifadelerinde vuzuh olması şarttır. Ve elbette iyi niyet... Muhatabı hakkında peşin hükümler taşıyan biri, onun her söylediğine başka anlamlar yükleme temayülündedir. İki taraf da peşin hükümlüyse, bir de kelime ve kavramlara birbirinden farklı anlamlar yüklüyorlarsa, mesela demokrasiden herkes başka bir şey anlıyorsa, anlaşmak ve uzlaşmak imkânsızdır. En tehlikelisi, bile bile yanlış anlamalardır. Bunun ciddi bir ahlakî problem olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Söylenen bir söze, herhangi bir amaca yönelik olarak başka anlamlar yükleyenlerin aslında çözümsüzlük peşinde olduklarını fark edebilmek için çok zeki olmak gerekmez. Peki, sıkışınca yanlış anladıklarını veya yanlış anlaşıldıklarını söyleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışanların davranışı bir çeşit ahlâksızlık değil midir? Hakaret kastıyla söylenen bir sözün aslında anlamlarının da bulunduğunu iddia etmek için sözlüklere başvurmak da öyle! Böyle durumlarda en doğru hareket, ağzından istemeden maksadını aşan bir söz kaçırdığını itiraf ederek özür dilemektir, lafı evirip çevirmek değil... Eskilerin kullandığı, doğru dürüst bir karşılık bulunamadığı için lügatimizden adeta silinen mugalata, son zamanlarda Türkiye’de sıkça rastlanan bir durumu ifade etmek için son derece elverişli bir kelime ve kavramdır. Bakınız, Kubbealtı Lugatı bu kelimeyi nasıl açıklamış: “Yanıltacak şekilde söz söyleme, yanıltmaca, meşhur ve yanıltıcı kavramlardan faydalanarak akıl yürütme.” Son zamanlarda yapılan tartışmalarda mugalata o kadar yaygınlaştı ki, “Beyler, oynadığınız Yanlışlıklar Komedyası! Engûr, inep, istatil, üzüm… Hepsi aynı!” diye haykırmamak için kendimi zor tutuyorum. b.ayvazoglu@zaman.com.tr Derkenar >>>Keenlemyekün meselesi Yeni Yüzyıl gazetesinde yazmaya başladığı tarihten beri zevkle okuduğum ve Türkçeyi kullanırken gösterdiği titizliğe hayranlık duyduğum bir yazar olan Yağmur Atsız'ın, bu köşede tam on altı yıl önce çıkan “Harrangürrâ” başlıklı yazıdaki küçük eleştiriye dün Star'daki köşesinde cevap verdiğini görünce şaşırdım, kaldım. Yağmur Bey, demek ki benim o yıllarda yazdıklarımı ciddiye alıp okumuyormuş diye düşünerek üzüldüğümü itiraf ederim. Ama onun yerinde olsaydım, bu “keenlemyekün” meselesini yeniden gündeme getirmezdim. Çünkü yazdıkları tamamen yanlış. Bir olumsuzluk edatı olan “lem”in lâm'ıyla harf-i tarifi (el-) birbirine karıştıran Yağmur Bey, kelimelerin eski harflerle yazılışını gösteren herhangi bir lügate bakarsa, “keenlemyekün”ün başka türlü okunamayacağını görür. El-Müncid lügatine göre “lem” bir cezm harfidir (harf-i cezm) ve kendisinden sonra gelen muzariyi (şimdiki veya geniş zamanı) maziye (geçmiş zamana) çevirir ve olumsuz yapar. Yekün = oluyor; lem yekün = olmadı. Dolayısıyla “keen lem yekün”, “hiç olmamış gibi, sanki olmadı” anlamına gelir. Ayrıca “yekün”, kef'le nun arasında vav bulunmadığına göre “yekûn” şeklinde okunamaz. Sözün kısası, “keennemyekûn” imlâsı yanlıştır. “Lügatte pehlivanlık olmaz” sözü ne kadar doğru!
↧