“Sivil alan-siyasal alan” ve “özel alan-kamusal alan” ayırımı üzerinde oturan demokrasi, “alanlar” arasında kurduğu zorunlu ilişki dolayısıyla iktidarı kullanma yetkisini partilere hasreder.Partiler “kabul edilmiş merkez sağ-merkez sol ve uçlara doğru gidenler” olduğundan, demokrasi bunların dışında kalan siyasi görüşlere kapalıdır. İslamiyet'ten referansını alan bir görüşünüz varsa, bunu ancak kabul edilmiş siyasetlerden birini benimsediğinizi açıkça ve kesin olarak deklare ettiğiniz ve buna sadakatinizi ikrar ettiğiniz sürece size siyasi yarışa katılma izni verilir. Aksi durumda ya Türkiye'deki Milli Görüş partilerinde gözlendiği üzere kapatılırsınız ya da Mısır İhvanına karşı yapıldığı gibi cezasını kanlı darbe ile ödersiniz. Bu, demokrasinin Batılı siyaset paradigması tarafından nasıl totaliter bir niteliğe büründürüldüğünü göstermesi bakımdan önemlidir. Fakat daha önemlisi partilerin iktidar enstrümanlarını kullanarak modern devletin kamusal alanı bunaltıcı biçimde kontrol etmesi karşısında cemaatlerin, STK'ların kendilerine özerk alan açma ve bu sınırlı sivil alanda nefes alma mücadelesine girişmiş olmalarıdır. Cemaat ve STK'ların alan arayışları onlara tam özerklik getirmez, görece rahat nefes almalarına imkan sağlar. Kamusal alan, siyaset-devlet ilişkisi dolayısıyla sadece sivil alanı kontrol sahası içine katmaya çalışmakla yetinmez, özel alanı da denetim sahasına katmak, mahrem olanı buharlaştırmak ister. Başta parlamento olmak üzere eğitim ve üniversiteler, ekonomik kritik kararlar, piyasa, sosyal ve aile politikaları, medya ve popüler kültür sivil ve özel alanın aleyhinde olmak üzere dönüştürücü rol oynar. “Cemaatler” ile “STK'lar” arasında farklar olduğu doğrudur, belirgin fark referanslarında ve yönelimlerinde ortaya çıkar. Fakat postmodern zamanın STK'ların en azından bir bölümü devletin sadakati çerçevesinde faaliyet gösteren “sivil devlet kuruluşları (SDK'lar)” değildir. Devlete düşman anarşistlerden, demokratik yollarla oluşmuş iktidara “gölge etme başka ihsan istemem” veya “bana sormadan karar verip yapma” deyip kamusal denetimin dışında kalma mücadelesi verenlere kadar geniş yelpazede yayılır. “Demokratik bir hükümetin, milli iradeyi temsil ederim, her konuda karar alır, uygularım” demesi şimdi dünyanın her yerinde bir iç infialle karşılaşıyor. Taksim-Gezi, I. Tahrir, Brezilya, Sofya, Londra, Wall Street ve daha yüzlerce yerde vuku bulan patlamalar, hâlâ “aydınlanmanın aklı” tarafından düzenlenmekte olan kamusallığa birer tepkidir ve bu tepkiler her türlü iç ve dış komploya, manipülasyona açık olarak daha da şiddetlenip sürecektir. Komplo ve manipülasyon sonradan patlamalar üzerinde oturur, ama patlamaları doğuran sahici iç dinamikler söz konusu, bu dinamikler artık yetersiz hale geldiği anlaşılan demokratik süreçlerce beslenmektedir. Pozitivizmle tabiattan bilgiyi elde eden modern aklın postmodern zamanda bize herhangi bir kesinlik vermediği, hakikatin parçalanmasıyla kamusallığın da parçalanma sürecine girdiği, monolotik tasarlanmış bulunan ulus ve toplumun çözülmekte olduğu anlaşılmıştır. Bu yüzden “kamusal akıl” iş göremiyor, bu aklı oluşturmak üzere bulunmuş siyasi yöntem demokrasi de aksıyor, “milli iradeyi temsil konumundaki çoğunluk hükümetleri” infiale yol açıyor. Demokratik hükümetler; parlamentoların yaptığı yasalar, eğitim, üniversiteler, sosyal ve iktisat politikaları, çılgın devasa kalkınma projeleri, medya, spor ve kayıtlardan kurtarılmış beden yanında mobeseler, her köşeye yerleştirilen kameralar; hastane, banka, okul, maliye, mahkeme kayıtları; telefon dinlemeleri, kredi kartları ve internet takipleri üzerinden denetimlerini artırdıkça kamusal alan daha da totaliterleşiyor, daha da bunaltıcı hale geliyor ki, her bir patlamayı birer inficar formuna sokan belli başlı etken budur. Demokrasi bu postmodern kamusallık karşısında acz içindedir. İşin garibi bundan sonraki patlamaların muhatabı sadece otokrat yönetimler değil demokratik yollarla iktidar olmuş hükümetler de bundan payını almaktadırlar.
↧