Babamla Sultanahmet gezintilerimizi yazarken, yaşlanış biraz da bazı şeylerin birer ikişer eksilmesi, hayatımızdan çıkıp gitmesi demiştim. Genç arkadaşlarıma dokunmuş, beni aradılar, “Daha durun!” dediler.Arayışları sevecendi, fakat durdurmak imkânsız; yürekteki karanlığı durdurmak imkânsız. Anıları, düşlerin bozgununu, ülküleri yitirmeyi, git git kavrulup kalmayı durdurmak imkânsız. Nedense Nezihe Meriç’in bir öyküsü çıkageldi. Gittim buldum Bozbulanık’ı, ilk basım, karton kapak, cep boyu, Dost Yayınevi. “Alaturka Şarkılar” Bozbulanık’ın eşsiz öykülerinden biri. 1950’lerden sesleniyor bize Nezihe Meriç: “Adam utu ister iyi çalsın, ister kötü, fakat ben Râna Teyze’nin o içli sesini duyuyorum. ‘Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime.’ Bu eski alaturka şarkılarda çocukluğumuzdan, annelerimizin gençliğinden kalma bir şeyler var ki insanı kuvvetle çekiyor. Bu eski alaturka şarkılar!..” Onlar bana hep eski, uzun bir yaz gecesini geri getirir. Cihangir’deki kira evinde bütün pencereler açık. Başöğretmenim Ref’i Bey’le eşi Müeyyet Hanım alaturka şarkılar söylüyorlar. Sağlık memuru İrfan Bey, mahalle terzimiz, biz çocukların sinema perisi Melâhat Hanım, bizimkiler, annemle babam... Ne vardı o gecede; geçip giden yıllara karşın bende yaşayıp durdu. Şimdi bile gözümün önünde! Sofra başındaydık. Şarkıdan şarkıya geçiliyor, hep birlikte gülümseniyor, gözler yaşarıyor, sesler tizleşiyor, mendiller çıkıyor, anılar koşuşup duruyordu. Ama ‘onların’ anıları! Birden büyüklerimizin ne kadar çok anılarla ‘yüklü’ olduklarını hissetmiştim. Biz handiyse anısızdık. Çözemediğim bir sebepten içim burkulmuştu. Çoktan beri çözdüm, çoktan beri anılarla yüklüyüm... O geceyi daima “Alaturka Şarkılar”la birlikte hatırlarım. Bu kez, bu unutulmaz öyküyü bir kez daha okuyunca, Nezihe Meriç’in daha o zaman hüzünler yazmış olduğunu ayırt ettim. Oysa “Alaturka Şarkılar”ı ilk kez okuduğumda belleğime çakılıp kalmamış; bundan böyle çakılıp kalacak: “Ah... derim. Hepsi ihtiyarlıyorlar artık. Birer birer ölecekler. Bu koca dünyada yapayalnız kalacağız. Ah anneciğim, ah anneciğim ölmesek ne iyi... ve ağlaya ağlaya uyuyakalırım.” Hepsini yitirdim onların, belki alaturka şarkıları da. Ölüm değil bunca içlendiren. Pişmanlıklar, onları kırdım mılar, keşke yaşasaydılar af dileseydimler... Yaşlanışta bir umutsuzluk mu, yoksa bir umut mu bu göz yaşarışları, çözemiyorum. Kibirlerden arınışsa, bir umut. Nezihe Meriç’i okuduğum günün akşamı misafirlikteydim. Gece eve dönerken yolumu değiştirip, Şişli yerine Cihangir’e gitmek geçti içimden. Kumrulu Yokuş Sokağı’ndaki kira evimiz yerli yerinde duruyor, şimdi, yıllardan beri başkaları otursa bile. Ümit-Nüvit Apartmanı’nın önünde üç dört dakika durmak! Bazan olur, geçmişe geri dönülebilir sanırsınız. Düşlere kapılarak Cihangir’e gitseydim, belki yaz gecesini, açık pencerelerimizi, Müeyyet Hanım’la Ref’i Bey’in şarkılarını yerli yerinde bulacaktım... Eve geri döndüm. Anton Çehov, Üç Kızkardeş diyordum; bu oyunu seyrettim, kim bilir kaç kez okudum, o son sahne! Her zaman çok sevdim. Şimdiyse yalnız o iyi geliyor, Üç Kızkardeş, son sahne, son sözler: “Zaman geçecek, bizler de sonsuzca ayrılıp gideceğiz yaşamdan. Yüzlerimiz, seslerimiz, kaç kişi olduğumuz, hepsi unutulacak. Ama acılarımız, bizden sonra yaşayacak olanlar için sevince dönüşecek; mutluluk, dirlik düzenlik egemen olacak dünyaya.” (Ataol Behramoğlu’nun çevirisi.) Gelgelelim bir süreden beri sinsi şüphe: Ya yanıldıysa Çehov!..
↧