Ne zaman adaletten söz edilse, sanki bizzat görmüşüm gibi, bakışlarımda Yunan filozofun perişan hali canlanır.Siteyi basan eşkıyalar evleri yakarlar; bu vahşeti büyük bir gururla seyreden çete reisi, ak sakallı bir ihtiyarın önündeki kayanın kovuğuna gizlenmeye çalıştığını görür. Güçlü pençesiyle ihtiyarın dağınık saçlarından kavrar; “Bana hemen adaleti tarif et; yoksa başını gövdenden ayıracağım!” der. Titreyen ihtiyar şu cevabı verir: “Adalet, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaktır.” Tarihe bakınca adaletsizliğin insanlara, gelir dağılımındaki nispetsizlikten, yoksulluktan daha ağır geldiğine, ilk fırsatta başkaldırmanın yollarını aradıklarına şahit oluyoruz. Adaleti yerine getirmekte iki unsur önemli rol oynar; bilgi ve şahsiyet. Bilgi kitaplarda mevcut; eksikliğini duyan sayfaları karıştırarak aradığını bulabilir; fakat şahsiyet eksikliğini gidermek çok zordur; onu kazanmanın biricik yolu, gerekli muhtevaya sahip eğitimdir. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir âlimimiz, Türkçenin Arapçadan çıktığına dair bir kitap yazdı; Cumhuriyet’in ilanından sonra çeşitli sebeplerden dolayı Türkçülük ön plana çıkınca, bu kere aynı ilim adamımız Arapçanın Türkçeden çıktığına dair bir kitap kaleme aldı. Şahsiyetsizlik son yüzyıllarda bize musallat olmuş, bilhassa bilim yuvalarımızda çöreklenmiştir. Oralardan çıkanlar aynı damgayı taşıdıkları için de kanser gibi cemiyetimizin bünyesine dağılmıştır. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarında ünlü bir milletvekili metresini öldürmüş, akıl sağlığının yerinde olmadığıyla ilgili bir rapor alıp bir gün bile ceza almamıştır. Baskı veya rica nereden gelirse gelsin, milletvekilinin deli olmayacağını o raporu veren bilmiyor muydu? Şahsiyetsizlik milli bir zaafımız değildi; aksi takdirde ardımızda böylesine muhteşem bir tarih bırakamazdık. Millet Kütüphanesi’ndeki Evliya Çelebi Seyahatname’sinin yazma nüshasında, Abdurrahman Adil Bey’in Hadisat-ı Hukukiye adlı eserinde, daha birçok farklı kaynakta rastladığımız şu olay, eski dönem hukuk dünyamızda istisna kabilinden değildi; İstanbul’un fethinden sonra Fatih, Sultanahmet mıntıkasında bir cami inşa ettirmek ister. Tanınmış bir Rum mimarına caminin, hangi özellikler dikkate alınarak yapılacağını tarif eder ve maiyetine yeteri kadar kalfa vererek belli bir süre zarfında bitirmesi konusunda mutabık kalırlar. Mimar tespit edilen sürede camiyi bitirir, fakat estetik bakımdan, teknik olarak mümkün olamadığı için mermer sütunları Fatih’in verdiği ölçüden kısa yapar. Camiyi dolaşırken sütunların kısalığını fark eden Fatih, sinirlenir, sebebini sorup öğrenmeden mimarın ellerini kestirir. Herhalde bu olay, ele geçirilen beldedeki Hıristiyan tebaaya vatandaşlık hakkı tanınmadan öncedir. Aksi takdirde mümkün olmaması gerekir. Mimar, bu haksız muamele karşısında İstanbul Başkadısı Hızır Bey’e şikayette bulunur. Hızır Bey de sultanı mahkemeye davet eder. Tabii bu olay İstanbul’da büyük yankı uyandırır. Tıklım tıklım dolu olan mahkeme salonuna gelen Fatih, alışkanlığından olsa gerek, baş köşeye geçmek isteyince, duyduğu ses kalabalıkla birlikte onu da sarsar; “Otırma Beyim! Hasmunla murafaa-şer olacaksın; ayakta beraber dur!” Hızır Bey’in ihtarı karşısında savaş meydanlarına sığmayan cengaver Fatih, kuzu gibi suçlulara mahsus yere geçer. Sultan, Rum mimarla eşit şartlarda muhakeme edilir. Sonuçta sebepsiz, hukuksuz ve hükümsüz ellerini kestirdiğinden, kısas gereğince, onun da iki elinin kesilmesine Hızır Bey karar verir. Koca hünkara karşı bu karar sadece bilgi donanımıyla verilemez; aynı zamanda granitten bir şahsiyet gerektirir. Söz konusu adil karar üzerine davacı mimar kısastan vazgeçtiğini söyleyince, cezası diyete çevrilir ve böylece ölünceye kadar kendisine günde on akçe ödenmesi uygun görülür. Kısastan kurtulan Fatih, duyduğu sevinçle, günlük ödemeyi yirmi akçeye çıkarır ve davacıya bir ev hediye edeceğini vaat eder. Osmanlı’nın zaferden zafere koşması, devlet çarklarının tıkır tıkır işlemesi, toplumda yardıma muhtaç insanın bulunmaması ancak böyle bir adalet anlayışıyla mümkündür. Adaletin temel taşı vicdanlı, haysiyetli, bilgili hakimlerdir; ama teşkilatın, denetimin önemini de görmezden gelemeyiz. İngiliz Kralı VIII. Henry Devlet-i Aliyye’ye bir heyet göndererek adliye teşkilatını, hakimlerin yetişme tarzını araştırır. Güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu’nun günışığına çıkmasında Osmanlı’nın adalet anlayışına gıpta ve teşkilatını taklit etmelerinin en önemli faktörlerden biri olduğunu ciddi İngiliz tarihçileri de kabul etmektedirler. Ancak Fransız ihtilaliyle kara Avrupa’sında arzusu dile getirilen eşitlik ve adalet duygusu, Osmanlı yönetiminde yıllarca önce vardı. Adalet, kanun adamlarının bilgisinden çok şahsiyetle ilgilidir. Bilgi de önemlidir; fakat tatbik edeceklerin şahsiyeti yeteri kadar teşekkül etmemişse, o bilgiler maymuncuğa dönüşür; her kapıyı açacak materyal haline gelir. Son dönemlerde hak ve hukuk adına rastladığımız maskaralıkları başka nasıl açıklayabiliriz?
↧