Bir sanat projesinin parçası olarak Kaliforniya Half Moon körfezinin farklı noktalarına konulan on iki piyanodan biri Spencer adlı bu köpeğin ilgisini çekmiş görünüyor.Fotoğrafı görünce reklamcılığın “Afrikalılara kalorifer peteği, kutuplarda yaşayanlara vantilatör satma becerisi olarak” tanımlandığını hatırladım. Bu tanımı daha kestirmeden “Reklamcılık bir köpeğe bile piyano satabilmektir” şeklinde ifade edebilirdik. Bir reklamcının becerisi, muhtemel alıcılarda suni de olsa ihtiyaç yaratmakla ölçülüyordu. Üstelik bunu kafamıza silah dayamadan yapıyordu. Gerçekte hiç ihtiyacımız olmadığı halde, reklamcının almamızı istediği nesnelere gönüllü olarak para yatırıyorduk. Reklamcının bilinçaltımıza “eğlenceli saldırısı” kesintisiz olduğundan, biz aldıklarımızı eskitemeden yeni modellerini de edinmek istiyorduk. Köpek Spencer’e bakarken nasıl gülümsüyorsak, reklamcı da bizim satınalma performansımıza öyle gülüyordu herhalde. Soru şuydu: Bize verdiği kapitalist kanunlara uygun zehriyle kendini de zehirlediğini biliyor muydu acaba?***Balarısı mıyız, eşekarısı mı?Allah’ın balarısına vahyettiğini bildirdiği Nahl Suresi 68 ve 69’uncu ayetler ne kadar heyecan vericidir. Suat Yıldırım’ın mealinde şöyledir bu ayetler: “Rabb’in bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabb’inin sana yayılman için belirlediği yolları tut. Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır.”İnsan bu ayetleri okurken kendisini adeta arı gibi hisseder ve acaba vahye gönlü açık bir balarısı mıyım, yoksa kendinden başkasına yararı olmayan, bal yapma becerisi bulunmayan, zorda kaldığı vakit zehirli iğnesini kullanmaktan çekinmeyen eşekarısı mıyım diye sorgulamak ihtiyacı hisseder. Başkalarının ağzından hep bal damlasın isterken, kendi ağzımızdan çıkanların tadına da bakabilseydik keşke. Midemiz bulanırdı belki de, felç olmasak bile uyuşurduk, en azından yüzümüzü buruştururduk herhalde. Bırakalım başkalarını da kendimize bakalım: Dilimizi kullanma biçimimizin acaba “eşekarısı soksun” bedduasını kışkırtan bir yanı var mı, yok mu?***Ördekten al dersiniAvusturya’nın Weissensee gölünde, üç yavrusunu sırtında taşıyan şu ördeğin güzelliğine bakın. Üçüz ebeveyni olduğunuzu düşünelim, bebeklerin hepsini birden kucağımızda taşıyamayız. Belki bir fotoğraf çekimi kadar tutarız da, tek başımıza uzun süreli bir yürüyüşe kalkışamayız. Fakat onları büyütürken yardım alamasak bile severiz onları, kendi canımız kanımız diye dişimizi tırnağımıza takar elimizden gelen fedakarlığı yapmaya çalışırız. “Peki” diyor bu ördek, “acaba imtihan edildiğiniz başka dertler için bu sabrın binde birini gösterebiliyor musunuz? Üç değil tek derdiniz olduğunu varsayalım. O yük üzerinizden kalkıncaya kadar hiç şikayet etmeden durabiliyor musunuz? Doğru söyleyin bana, oflayıp poflamaktan isyana, yükü başkalarına devretmekten öfkeyle çevrenize saldırmaya kadar çeşit çeşit kaçış yollarına girip sıfırı çekmiyor musunuz?” Soruyorum ördeğe, peki sen ne öneriyorsun? Diyor ki, “Dertlerinizi bebekleriniz kabul edin. Bakın o zaman nasıl kolaylaşıyor işiniz.”
↧