Ben yine seyahat defterlerimi karıştırıyorum. Çünkü kurgusal olana duyduğum hayranlığa karşın yaşanmışa duyduğum saygıyla, unutulmasına gönlümün razı olmadığı anılarım var üstelik satır aralarıma güne dair söylemek istediklerim de sızıyor. Bundan birkaç yıl evvel İran yollarında sürüklendiğim günler boyunca İran’ın hülyalı parıltısına mukabil Osmanlı’nın sadeliğini düşünmüştüm. Osmanlı’yı asırlar boyunca etkilemiş olan İran sanatının İstanbul üzerinde maruz kaldığı sadeleşme nasıl yorumlanmalı? Bir Şark ülkesi olan Osmanlı’nın her anlamda Batı’ya akan tarihçesi kadar onun Orta Asya köklerinin kolektif bilinçaltında tuttuğu yerin natüralizmi ile mi? İran hülyalı ülke. Bu hülya onun parıltısında, süsünde, debdebesinde, âlâyişinde, mimarisinde, hattında, minyatüründe kısacası her şeyinde aşikâr. Dahası İran halkının Hayyam’a, Sadi’ye, Firdevsi ve Hafız’a bu gün bile duyduğu imrenilesi vefanın bir kısmı da bu hülya ihtiyacının giderilmesi ile ilgili. Yaldıza, ışığa, parıltıya, renge, hayale, rüyaya, saltanata açık bu ırkın dili de ihtişamlı. Neticede serv-i nazlar şehri Şiraz’da Hafız, gökler ve yer arasında aşkın her nev’ini tanımış, her türlü mümkününü terennüm etmiş yani bütün âşıkları kendisinde toplayarak aşkın varabileceği son yeryüzü noktasına varmıştı. Farsça Hafız’ın dilinde hülyalaşmıştı. Oysa bütün güzelliğini biçiminden ve renginden alan halk işi şu toprak kaplar ne kadar sade. Çini mavisi, koyu yeşil, tirşe, turkuaz, kiremit kırmızısı, fes rengi, hâkî, kahverengi; boy boy, çeşit çeşit toprak kaplar. Ama biz İran’ın en parıltılı şehri Isfahan yoluna düşmüşüz çoktan ve ben halk işi toprak kapların sadeliğini çabucak unutarak kendimi “İran’ın en romantik oteli” olarak uluslararası bir şöhret bulmuş Abbasi Otel’in parıltısına bırakmakta hiç vakit kaybetmemişim. Bin bir gece. Bir kandilin aydınlatmaya yettiği kırık aynalar saltanatındaki camiler ve saraylar gibi burada da çok fazla ayna var. Duvarları bile kaplayan tırnak büyüklüğünde milyonlarca ayna, ışığı kırıyor, çoğaltıyor, ona büyülü renkler katıp olağanüstü oyunlar oynatıyor. Ertesi sabah Çehel Sütun Sarayı’ndayız. “Çehel” Farsça kırk demek. Yirmi adet sütunun gölgesi ön taraftaki havuza düştüğü için Kırk Sütun adıyla anılıyor bu saray. Fakat beni asıl ilgilendiren onun âdeta bir resim galerisi olması. Duvarlarda inceliğine, sanat değerine, tarihi kıymetine söz edilmeyecek çok sayıda minyatür var. Teknik olarak minyatür fakat alıştığımız kadar küçük değil, duvar boyutunda eserler bunlar. Gül fidanları ve bülbül sesleri arasında mest olmuş âşıklar, meyler, mahbublar, âlemler, cümbüşler, kendilerini bir tasvir olarak geleceğe bırakmak istemiş şahlar, isimsiz gedalar. Çaldıran Savaşı’nı canlandıran, içlerinde bence en etkileyici olanı. Michelangelo’nun “Yaradılış” freskini aratmayacak bir kalabalığı var bu devasa tablonun. Önünde uzun süre duruyorum ve malûm tarihi gerçeğe “Bir de bu taraftan” bakıyorum. İki Türk hükümdarın savaşı. Azerbaycanlı bir Türk olan yol arkadaşım “Yüz karamız.” diyor acıyla gülümseyerek. Konuşuyoruz biraz. Orada millet yok. Din de yok. Üst kavram mezhep. Evet, en çok da bu yüzden çok acı. İran minyatürleri, inkâra gerek yok, çok güzel, çok değerli. Ama yol boyunca düşündüğüm şeyi daha açık fark ediyorum ki bu güzellikte bir şey eksik. Eksik değil aslında, fazla. Çok fazla. Çok aygın baygın. Çok abartılı. Çok hülyalı. Çok rehavetli. Çok rayihalı. Ve bir hadden sonra bu mübalâğa bana ağır gelmeye başlıyor. O zaman Osmanlı’da neyin eksik neyin fazla olduğunu, Osmanlı’nın İran’dan ne aldığını ama aldığına neyi de kattığını çok iyi anlıyorum. Ona bir şey katan, daha doğrusu ondan bir şey eksilten sadeliğin güzelliğini fark ediyorum. İran minyatürleri gerçek’ten daha çok rüyanın ardındaydı. Osmanlı minyatürlerinde ise rüyanın yerini gerçek almıştı. Değeri bu “eksiklikten”. Tıpkı İranlı ve Osmanlı hattatların iki ayrı tavırdaki hurufata verdikleri canın ruhu gibi. Tâlik hülyalı, hayalli; sülüs ise sağlam ve gerçekçi.
↧