Romanın kendisine has ölçüleri vardır; fakat bunlar kesinlik arz etmezler. Bir sanat eseri şu hususlara sahip olmazsa, roman özelliği kazanamaz, diyemeyiz; bunun aksi de geçerlidir; yani sanat eseri kaleme almak gayreti güdenin çalışması şu unsurları içerirse, ortaya çıkardığı kitap romandır yargısı da doğru değildir.Buna rağmen kesin olmasa da romanın kendisine göre özelliklerini inkâr edemeyiz. Hemen belirtmeliyiz ki, bir çalışma bütün özellikleri taşıyabilir, dış ölçüleri de romana uygundur; ama yazılan ruhuna sahip değilse yine roman olmaz. Roman denince akla olay ve kahramanları gelir; mutlaka olayla kahramanların karakterleri arasında uyum aranır. Fakat şu hususa açıklık getirmek gerekir ki, romanda konu edinilen olay genellikle yaşanmış olaylardan farklıdır. Yazar gördüğü, işittiği bir olaydan etkilenebilir; o olay ilham kaynağı olabilir; ama yazarın olayı duyduğu veya şahit olduğu şekilde eserine aldığını iddia edemeyiz. Gerçek dediğimiz olay, değişikliğe uğrayarak edebi eserin konusunu oluşturur. Goethe’nin, ünlü “Genç Werther’in Acıları” romanını mahkemede hakimlik yaptığı sırada şahit olduğu bir olaydan esinlenip yazdığı söylenir. Esinlendiği olayla kaleme aldığı olay mukayese edilirse ortaya ilginç bir sonuç çıkacağında şüphe yoktur. Bunun için hayatın gerçeği ile sanatın gerçeğinin birbirinden farklı olduğunun üzerinde durulmuştur. Gerçekçi olduğu iddia edilen edebi eserler dahi yaşanmış olanı değil, gerçeğe uygun olanı okura sunduğundan roman denince belki istisnalar hariç, mekânı, kahramanları, olay örgüsü olan sanat ürünü akla gelir. Romanda olaydan söz edince, son dönemlerde Woolf, Kafka, Joyce gibi yazarların eserlerinde olayı fazla önemsemediklerini unutmamak gerekir. Adeta asgariye indirilmiştir; fakat biraz daha dikkatle bakıldığında olayın tamamen kaldırılmadığı, tasvirlerde gizlendiği görülür. Konunun ele alınıp incelenmesi bakımından romanın pek çok çeşidinden söz edilir; realist, naturalist, romantik tarzlar gibi. Konu itibarıyla da farklı roman çeşitleri bulunmaktadır; polisiye, tarihi, macera, aşk ve benzerleri. Ama bunların arasında tarihi romanın toplum açısından farklı bir yeri bulunduğu söylenebilir. Konu sanat olduğundan romanla ilgili değerlendirmelerde subjektif bakış açısının ağır bastığını gözden kaçırmamak gerekir. Romanda insanî olaylar, kartpostal gibi donmuş ve yüzeysel olarak değil, canlı, gelişen ve belli sonuçlar doğuran tarzda ele alınır. Belli seviyeye ulaşmış her romanda bir fikir vardır; ama bu angaje eserlerdeki tez değildir; buna bir mesaj ya da hayatın bir gerçeği denilebilir. Bunun güzeli gizli olanıdır; eser çözümlenince ortaya çıkanıdır. Unutmamak gerekir ki, romana değer kazandıran temelindeki düşünce değildir; eğer öyle olsaydı romanı yazmaya gerek kalmazdı; kısa bir makale ile o düşünce anlatılabilirdi. Romana kimlik kazandıran, o düşüncenin işlenmesidir; ortaya çıkan terkiptir, atmosferdir. Tarihi roman da tarih ilminden, felsefesinden ayrılır. Tarih, olayların nasıl olduğunu anlatır; olayları zaman ve mekânda ele alır; sebepleriyle birlikte gelişmeleri, ulaştıkları sonuçları anlatır. Fakat ruhtan yoksun, soğuk bir açıklamada bulunur. Teşbih caizse, tarihçi fotoğrafçıdır; tarihi roman yazarı ressamdır. Fotoğrafçı neyin fotoğrafını çekmek istiyorsa, yer seçimini ona göre yapar. Tarihçi de olayların sebeplerinin nereden görüleceğini düşünür, yerini fotoğrafçı gibi seçer. Ressamın yeri o kadar önemli değildir. Fotoğrafçı güzel bir manzaranın resmini çektiği için beğenilir; ressam güzel bir yerin, evin, doğanın resmini yaptığı için beğenilmez, ortaya çıkan sonuç güzel olduğu için beğenilir. Fotoğrafta makinenin kalitesi nasıl önemliyse, resimde de ressamın yeteneği, kültürü rol oynar.
↧