Abdülhak Şinasi Bey’in sıkça dediği gibi, ‘aradan zaman, bir hayli zaman geçti’. O büyük kanatlı kapının tokmağını çekip gitmiştiniz. Bu nasıl bir gitmekti, anlatması zor. Sürükleyip götürüyorlar gibi, ruhu oracıkta donup kalıvermiş de ayakları geri geri gidiyor. Elbiseler giyinmiş bir ceset, kendiliğinden yol aşağı yuvarlanıyor gibi. Şuracıkta ölüversem de gitmesem der gibi… Nereye, nelere ve hangi bilinmezlere yürüdüğünüzü bilmeden, arkanıza bakarsanız dayanamayıp dönmekten korkarak, artık düşünmeden, kaçarcasına süzülüp gözden kayboluvermiş, gitmiştiniz… ‘Aradan zaman, bir hayli zaman geçti.’ İnsan baba evinden bir kere çıktı mı, yazık, bir daha hiç oralı olamıyor. Eve misafir, komşulara, eski arkadaşlara, kahveye, bakkala, yollara misafir. Her hali yabancı. Odaların, avluların, sokakların hatta gökyüzlerinin yabancısı. Adımlarından belli, yolları yadırgıyor. Bakışlarından belli, hülyalı, burada değil. Ev içlerinde sızısı eskilerde kalmış ince bir kederi bastırarak, vaktini bekleyecek. Üstü örtülmüş ve artık hiç konuşulmayacak eski cümleler, beyhude dolanıp duruyor boşluklarda. Aradan böyle yıllar yıllar geçecek. Arada evlilikler, çocuklar, meşguliyetler olacak. Arada hastalıklar, ölümler… Kimi duygular kabuk bağlayacak, kimi hülyalar yerinden yuvasından edilecek. Arada bambaşka ve beklenmedik işler olacak. Artık bütün gelişlerde hep acele, hep gözü yolda; biraz kalıp döneceksiniz. Sayılı gün değil mi, çabuk geçiverecek. Şimdi ne kadar kolay çıkıp gideceksiniz! O eski sızıyı hiç yaşamamış gibi. Belki çoktan unutmuş olarak… Bir gün babanız göçmüş olacak… Onun eski köşesinde oturuyor bulacaksınız kendinizi. Yerini yadırgayan bir diş gibi. Eskilerden bir cümle kurmayı deneyip vazgeçeceksiniz. Bir çekmeceye dokunup da açamamanın soğukluğu… Ne garip, artık duvardaki askılar, kapı ve pencere, tavan tahtalarındaki o budak izleri konuşmuyor sizinle. Konuşmayacak… Odalar yıl yıl unutacak yüzünüzün ifadesini. Köşe bucak, sırrını söylemez olacak. O eski kokular, eski rüzgârlar, vızıltılar yerli yerinde bulunmayacak. Bulunacak belki de siz orada olmayacaksınız, duymayacak ve bilmeyeceksiniz. Avludaki incir ağacına bir yabancının baktığı gibi bakıp geçmek… Olacak iş değil! Şu patikada biçimini hatırlamadığınız bir taş var mıydı? Gözünüzü kapatsanız yolun bütün kıvrımlarını, toprağın rengini, hangi otun nerede bittiğini, rüzgârın hangi mevsimde nereden estiğini, esince hangi yaprakları nasıl hışırdattığını, şu saçağın altında kaç kırlangıç yuvası olduğunu, duvardaki biriketlerin neresinde nasıl oyuklar açıldığını, yukarıdan sızıp gelen suyun nerede nasıl kıvrımlar yaparak avlunun çitlerine doğru kaybolduğunu, şu nar ağacının kuruyan dallarının nasıl şekiller aldığını… bunların hepsini bilirdiniz. Gözünüzü kapasanız, aynı rengiyle, biçimiyle, sesiyle… Şimdi bu yabancılık hali, bu acemi bakışlar, bir felaket geçirip gelmiş gibi… Anlamak zor, imkânsız. Fakat, ‘aradan zaman, bir hayli zaman geçti’. Bütün bunlar yaşandı, bu unutuşlar, bu yabancılıklar. Bu, artık oralı olamamak hali… Öyle değil mi? Baba evleri ebedi bir hüzün yumağıdır. Ne yerlisiniz, ne yabancı; galiba biraz emanetçi. Baba dünyadan göçtü mü, evin bütün köşe bucağı, onun eline alışkın bütün eşya, başkasını asla kabullenmek istemez. Aralarında ne kadar dolansanız beyhude! Yüzünüze bakıp istihza ile gülecekler. Hiçbir gereç elinize yakışmayacak, hiçbir köşeyi, koltuğu dolduramayacaksınız. Siz değil ama rahmetlinin hatırası uzaktan evi çekip çevirmeye devam edecek. Onun hayalleri, arzuları, görülmemiş hesapları eşyada bir saat gibi işleyerek hükmünü sürdürecek. O yaşıyormuş da birazdan kahveden gelecekmiş, gelip de kaldığı yerden devam edecekmiş gibi… Ayakta kaldığı müddetçe oraya ‘baba evi’ diyeceksiniz. Bir yabancı değil, evin oğlu kalmak istiyorsanız, evdeki eşyanın dilini bilecek, mekânın iç sesini, musikisini duyup onunla bütünleşeceksiniz. Değilse, beyhude! Yazlar, yaz sonları uzak ve yakın baba evlerinde hep birbirine benzer kederlerle biter. Ve o eski çocuklar, içlerinde sonsuz ve devasız bir ağrıyla, büyük kanatlı kapılardan kaçar gibi çıkar giderler.
↧