Baskıya girecek bir metnin manası bir yana noktalama ve imlâsını gözden geçirmek bile benim için ölümcül bir mesele. Niye ki? Psikolojik maraziyet, mesleki alışkanlık, şekil mükemmeliyetçiliği, dahası hem kendime hem editörüme duyduğum saygı.Ne ki imlâsı, noktalaması bir türlü oturmayan bir dil coğrafyasında bu hiç kolay değil. Satırları, sayfaları kim bilir kaçıncı kez okurken hâlâ sorunlar var. Hiç olmazsa kendi tutarlılığımı kurduğumu sanıyordum ama değil, işte on ikinci kez aynı şeyleri yaşıyorum. Arada kaç resmi ya da gayriresmi imlâ kılavuzu çıktı, kaç avant-garde tavırla karşılaştık? Kaç kez noktalama işaretlerini reddetmeyi denedik? Denedik de olmadı, rücu ettik. Ne kadar çok problem. Tırnak içi ifadelere giriş çıkışlar örneğin. Hiç olmazsa bir metnin bütününde aynı ortak tavra riayet etmekle içim rahatladı. Önemli olan, bir metnin içinde tutarlı olunması. Bir başka problem yabancı özel isimlerin hele de Rusça olanların yazımı. Chokan Valikhanov mu Şokan Valihanov mu? Ay, gün, yön, mevsim isimleri sonra. Hadi teâmüle uydum, yaz, kış, kuzey, güney, ocak, şubat. Bunları ilk harf küçük yazdım. Lâkin eylülün özel isim gibi muamele gördüğü bir yazıda Eylül yazmam gerektiğini hissediyorum. O zaman da ekimin hatırı kalmayacak mı? İsim tamlamaları var bir de. Farsça olanlar kolay. Araya tire koydum her zamanki gibi. Fasl-ı lâle, Mecnun-ı bîçare. Arapça isim tamlamalarının imlâsı ise problemli. İlme’l-yakin, hakke’l-yakin yazmalıyım. Ama çok külfetli. İlmelyakin, hakkelyakin şeklinde yazsam olur mu? Olmuyor, bunlar terim. Mümkün mertebe kendi imlâsına sadık kalmak gerek. Peki o zaman berdülacz ne olacak? Ya hüve’l-baki? Eski kelimelerin yazılışında problemler ortaya çıkıyor. Bir zamanlar kendisiyle konuştuğumuz dilin bu günkü alfabede karşılığı olmayan işaretleri, sesleri var çünkü. Hemze, ayn gibi. Hadi neş’eden, a’raftan bunları çıkardık. Lâkin elan. İçimde el’an fonetiğiyle tannan ederken onu nasıl elan edeyim? En büyük problem de her zamanki gibi, düzeltme iminin (halk arasında kullanılan adıyla şapka) kullanımında çıkıyor karşıma. Eski yazıdan yeni yazıya geçtiğimiz vakit hayatımıza giren düzeltme imi iki işlevli. Hem uzatmaları hem inceltmeleri gösteriyor seste. İnceltme işlevi taşıdıkları yerde muhakkak gösterilmeli bence. Ama uzatma işlevi taşıdıkları yerde? İşte problem. Bir tutarlılık fihristi çıkarmalı. Aruzla yazılmış mısralarda muhakkak gösterelim. Anlam karışıklığı doğabilecek durumlarda da. Aşık âşık, hala hâlâ. Bugün artık kullanılmayan kelimelerde de o fonetiği hatırlamak için kullanalım. Fevvâre, melhâme. Günlük dilde kullanılanlarda ise gerek yok. Şair, zahir. Öyle mi? Günlük dilin en çok kullanılan kelimesi ahta ne yapacağız peki? Üzerine uzatma uyarısı, nefes hacmi koyulmamış ah eksik kalmıyor mu? Hele eski harflerle başında koca bir elif duran anın imlâsı ilk kitabımdan bu yana en büyük problemim. Çünkü an da ah gibi sadece fonetik bir meselenin sahibi değil, bir anlam vurgusu da seslendirme üzerinden boy gösteriyor. Hadi hepsine koyalım. Âh olsun. Ân olsun. Ama o zaman da az aşağıda ani hesap sormayacak mı? Peki hiçbirine koymayalım. An-ı ebedi olsun. Hayır. Eksik kalıyor. Dahası var. Benler senler her zaman değil ama özel bir ismin yerini tutuyorken, onlara özel bir vurgu yüklenmişken, onları nasıl eklerinden ayırmayayım ki? Sen’li ben’li. Aynı şekilde an ve ah ek alırken onları da bir apostrof ile ayırmayayım mı? Yerim dar, nisbet î’lerine hiç girmeyeyim. Ben Aristo sistematiği istiyorum galiba. Ama mümkün değil. İmlâ bu. İstisnası var, tasarrufu var, ihlâli var. Kimi yerde öyle, kimi yerde böylesi var. Olmamalı ama oluru var, olmazı var. Neticede gidebildiğim yere kadar gidiyor, gerisini editöre bırakıyorum, her zamanki gibi. Beni en iyi anlayacak kişiye aynı cümleyi tekrarlıyorum. “Anların ve ahların imlâsını sana bıraktım.” Bense şimdi şu yazının başlığını koyarken bile anın imlâsını düşünüyorum. Cins isim arkasına bir apostrof, a üzerine bir “şapka”. Kendimi içimden gelene bırakıyorum.
↧