Menfi olanına isim vermeyeceğim; aktaracağım konudan hareketle iz sürüp isimleri keşfedenlere ise yapabileceğim bir şey yok. Keşke yapmasalar; çünkü maksadım o şahıs veya şahıslar değil; olsaydı isimlerini verirdim; maksadım yanlışlığına kesinlikle inandığım üslubun nazara verilmesi.Müspet olana ise isim vereceğim; hem üslubu gösterme hem de muhteva bağlamında istifade etmek isteyenler olabileceği düşüncesiyle.Müspetinden başlayayım; “İslami reform üzerine yeniden düşünme” diye tercüme edebileceğimiz bir program. Londra Oxford Üniversitesi’nde yapılmış. Bundan tam 3 yıl önce. Dili İngilizce. İsteyenler YouTube’dan izleyebilirler. Konuşmacılar Tarık Ramazan ve Hamza Yusuf. Her ikisi de İslam ve Batı dünyasında takip edilen akademisyenler arasında. Ortaya koydukları fikri eserler, İslam’ın doğru bilinip doğru anlatılması noktasında yaptığı çalışmalar takdire değer.Tarık Ramazan, Mısır kökenli. Merhum Hasanu’l Benna’nın torunu. İsviçre doğumlu. Orada büyümüş ve okumuş. Arapça, İngilizce ve Fransızca anadili. Bildiğim kadarıyla her üçünü de okuma yazma ve konuşmada kullanabilen bir özelliğe sahip. Hamza Yusuf ise Amerikan asıllı. Sonradan Müslüman olmuş. Moritanya’da uzun yıllar kalmış İslam ile müşerref olduktan sonra. Anadili gibi Arapça konuşuyor.2 saat boyunca devam eden öyle seviyeli bir müzakereleri oldu ki; hayran kalmamak, iç geçirmemek elde değil. Birbirine zıt fikirler havada uçuşuyor ama bundan dolayı muhatabını ne bir itham var ne de kınama. Yanlış anlamaları düzeltmeler devreye giriyor ara sıra; ama ne muhatabın sözünü kesme var ne de sesini yükseltme. Nezaket, nezahet içinde anlaşamasalar dahi birbirlerine karşı gösterdikleri karşılıklı anlayışla program akıp gidiyor.Bir de bize bakalım. Sözgelimi teravih namazı veya kader konuşuluyor aynı seviyedeki akademisyenler arasında. Zıt görüşlerin sahipleri muhataplar. Sözgelimi biri var diyor; diğeri yok. Halka mikrofon tutulmuş. Görüşleri sorulmuş. Akademisyenlere bu görüşler üzerine yorum ve değerlendirmeleri soruluyor. Cehaletle ithamla başlayan süreç ağza alınmayacak hakaretlerle devam ediyor. “Beş dakika fazla konuştunuz; karşıt konuşmacıya da beş dakika ilave edeceğim.” diyor sunucu. “Zaten onun söyleyecekleri iki dakikada biter; ne diyebilecek ki!” diyor.Sonuç; spiker isyan ediyor ve yukarıda dediğim gibi “Anlaşamayabilirsiniz ama anlayışlı da olamaz mısınız?” Devam ediyor: “Siz İslam ilim adamları olarak bunu yaparsanız, sizlere bakarak şekil alan, dinimizi sizlerden öğrenen Müslümanlar olarak bizim kavga etmemize şaşırmamanız lazım.” Doğru değil mi?Neden? Anlattığım iki ayrı tabloda da yerlerini alan kişilerin hepsi Müslüman. Konuşanların hepsi akademisyen. Konuşulan mevzular dini ve dini hayatı ilgilendiren benzer mevzular. Ama münazara adına öylesine büyük bir fark, öylesine büyük bir uçurum var ki ikisi arasında, bu uçurumun kapanması mümkün değil. İnanın böyle düşünüyorsunuz ikisi arasındaki farkı görünce. Halbuki düne baktığımız zaman biz böyle değilmişiz. İ. Azam, İ. Şafiî, İ Maliki, İ.Hanbel’lerin döneminde böyle değilmişiz. Münazara kavramının dışına çıkan ve ancak kıyasıya tartışma diye ifade edebileceğimiz şekilde karşılıklı görüşmeleri olmuş; saatlerce, günlerce, aylarca. Bire bir konuşmuşlar. Hatta düşüncelerini kaleme almışlar. Ama karşılıklı saygıyı, muhabbeti zedelemeden.Bu sene Ramazan’da Erzurum’a yaptığım seyahatte duyduğum bir hikâye ile bitireceğim. Hikâye demem sözün gelişi; aslında yaşanmış bir vak’a. Solakzade Sadık Efendi Erzurum müftüsü. Allame bir insan. Hocaefendi’den dinlemiştim; Cumhuriyet Caddesi’nde yürümeye başladığında hayat dururmuş. Bastonu ile tak tak yere vurarak yürürken, halk hocaya yol açarak saygısını gösterir; esnaf dükkânın önüne çıkıp hocaya selam vermek, onun selam ve duasını almak için birbiri ile yarışırmış. Ve onun Erzurum müftülüğü döneminde müftülüğe ait hiçbir evrak imza için valiliğe gitmemiş. İmzalanacak evraklar birikince, Vali Bey gelip müftülükte imzalamış. Hikâyenin diğer ucunda ise Alvar imamı var, Muhammed Lütfi Efendi. Artık onu herkes biliyor. Alvar imamı deyip daha öte bir şey demiyorum.Bir gün Solakzade, merhum Alvar İmamı’nı evinde ziyarete gider. Yolda gördüğü manzaralar onun dini hayatta gevşeme olduğu kanaatini pekiştirir ve bu hissiyat ve düşüncesini Alvar İmamı ile muhabbet ederken sıcağı sıcağına paylaşır ve ardından şunu söyler: “Hocam! Cami cemaati bir düzelse, Müslümanlığı hakkıyla yaşamayan halkın hepsi düzelir.” der. Alvar İmamı buna karşı irfanî derinliği oldukça engin bir cevap verir: “Hayır hocam! Cami cemaati değil; sen ve ben düzelsek halkın hepsi düzelir.” Bir başkasından dinledim, “Mihraptaki imam, minberdeki müezzin düzelse halkın hepsi düzelir.” demiş Alvar İmamı.Her nedense münazara üslubundaki seviyesizliğimiz bana bu vakayı hatırlattı.
↧