Geçen hafta Suriye’deki trajedinin son bulması umudunun Washington, Moskova ve Tahran arasındaki diyaloğa kaldığına değinmiştim.ABD ile Rusya arasında Obama’nın bombalama tehdidiyle tetiklenen, Esad’ın kimyasal silahlarının denetimi amaçlı diyaloğun, Suriye’de çözüme giden kapıyı açabileceğine işaret etmiştim. Her üç ülkenin de, Suriye’nin kısmen de olsa radikal Sünni İslamcıların egemenliğine girmesine şiddetle karşı olduklarını, İran’ın (bombaya yönelik olduğundan kuşkulanılan) nükleer programı dolayısıyla Batılı ülkelerin kendisine karşı uyguladığı ekonomik yaptırımlardan giderek daha büyük zarar gördüğüne, bu nedenle ABD ile (belki Suriye krizini de kapsayacak) diyalog arayışına girdiğine dikkat çekmiştim. (“Sorun, kimyasal silahlardan ibaret mi?” Zaman, 14.09.2013) Geride bıraktığımız günlerde, önce ağustos ayında İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile ABD Başkanı Obama arasında mektup teati edildiğini öğrendik; sonra da Ruhani’nin 20 Eylül’de Washington Post gazetesinde yayımlanan yazısını okuduk. “İran niçin yapıcı ilişki istiyor?” başlıklı yazısında Ruhani, uluslararası siyasetin karşılıklı çıkarlara saygı esasına dayanması gereğinin, kazan–kazan çözümlerin sadece arzulanır değil uygulanabilir de olduğunun altını çiziyordu. İran’ın nükleer programının enerjiye dönük olduğunu tekrarladıktan sonra, Tahran’ın Suriye’de (ve de Bahreyn’de) yönetimle muhalefet arasında diyalog kurulmasına yardımcı olmaya hazır olduğunu ilan ediyordu. İran’da, yeniden reformcu mollalar dönemine dönüldüğünün işaretleri görülüyor. Ruhani bireysel özgürlüklere daha saygılı bir rejime geçişin sinyallerini de vermekte. Hükümette ılımlı eğilimlilere yer verilmesi, sansürün hafifletilmesi, kadın haklarında bazı iyileştirmeler ve kimi siyasi tutukluların serbest bırakılması bunun göstergeleri. Suriye’de ateşkes ve krize son verecek bir uzlaşma ihtimaline dair başka bir işaret de, bizzat Şam’dan geldi: Başbakan Yardımcısı Kadri Cemil, Esad’ın iç savaşta kazanan taraf olamayacağını kabul ettiğini, gelecek ay toplanması beklenen Cenevre toplantısında BM barış gücü denetimi altında ateşkes isteyeceğini söyledi. Şimdi gözler Cenevre’ye dönmüş vaziyette. Bu gelişmeler ışığında Ankara’nın Suriye politikasını gözden geçirmesi ve askerî müdahale yoluyla Şam’da rejim değişikliği talebi yerine, Suriye’de ateşkes ve temsilî yönetime yol açacak diplomatik çabalara aktif destek vermesi beklenir. AKP hükümeti gerek değerler gerekse ulusal çıkarlar açısından zorunlu olan bu politika değişikliğini yapabilir ve yapmalıdır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün BM Genel Kurul toplantısına giderken “Siyasi strateji olmadan askeri müdahale netice vermez, böyle bir strateji için Rusya ve İran’la diyalog gerekir.” şeklindeki sözleri umarız bu yönde bir işarettir. Suriye konusunda anamuhalefet partisinin inanılmaz söylemine değinmeden edemeyeceğim. Bakın CHP lideri Kılıçdaroğlu ne diyor: “Suriye’den Türkiye’ye yaklaşık 500 bin sığınmacı geldi, yakında bu sayı 1 milyona ulaşacak… Bu durumun tek sorumlusu Erdoğan’dır. Erdoğan’ın eli kanlıdır…” Evet, Erdoğan’ın CHP’nin terör örgütleriyle ilişkili olduğunu ima etmesinin kabul edilebilir bir yanı yoktur, ama en az 100 bin Suriyelinin ölümünün, 2 milyonunun komşu ülkelere sığınmasının, 5 milyonun kendi yurdunda mülteci olmasının sorumlusu Beşar Esad değil de kimdir? Bu iki lider kutuplaştırmayı tırmandırarak oylarını artırabileceklerinin hesabını yapıyor olmalılar, ama hepimizin kaybetmesine yol açacaklarının farkında görünmüyorlar. s.alpay@zaman.com.tr
↧