İleride, çok uzakta, denizin ufkunda, tozlu kırmızıdan camgöbeği mavisine doğru gelişen, diri, geniş ve okkalı bir gökkuşağı dikiliyor.Çok kısa bir zaman önce, yan yana iki gökkuşağı birden oluşmuştu ve adeta güzellik yarışına girişmişlerdi. Ben de ilk kez görüyordum ikiz olanını. Belki bu denizin ve bulutların birlikte hazırladıkları bir oyundu. Sonra dedim içimden kim bilir aslında yan yana kaç gökkuşağı oluşuyordur da biz şu ışığın mutlak mahkûmu gözlerimizle sadece birisini gördüğümüzde çocuklar gibi seviniyoruz. Işık ve renk ağaçları gibi dizilmiş yüzlerce gökkuşağı görseydik şüphesiz dönüp toprağı işlemez, aklımız sanrı sarhoşluğunun bahçelerinde gününü gün eder, bir gün de Leyla’sından vazgeçmiş Mecnun gibi bir kum tanesi olup yiterdik.Uzak silinmiş, mesafe erimişti sankiİşte bu gökkuşağı, ufkun burnunda, bütün tekin çağrışımlarıyla denizden yakına daha yakına gelmişti sanki. Uzak silinmiş. Mesafe erimişti. İnsan böyledir. Hiçbir zaman onun, sevip hayran olduğunun kendisine uzakta olduğuna inanmaz. Bu yüzden nice genç kız nice sevdalı delikanlı yürek, bir zafer takı kahramanı gibi onun mucizesine dokunmak, onun iklimine yüz sürmek için heyecana kapılır, nefesinin yettiği kadar koşmaya başlar. Diller de aynı koşuya katılmış olmalılar ki alaimisema demiş Araplar ona. Biz hem ebemkuşağı, ebe kuşağı, alkım hem de gökkuşağı demişiz. Tiraje kelimesiyle karşılamışlar Farisiler onu. İngilizler rainbow adını takmışlar. Çinliler, Almanlar, Hintliler, Finliler her biri farklı kelimelerle karşılamışlar bu çapkını. Evrende güneş gibi ortak ama çok farklı kelimelerle karşılanması onun nasıl bir şenlik nasıl bir tabiat çiçeklenişi diye algılandığının da karşılığı olmalı.Fakat her şeyden önce gökkuşağı, yağmurun çocuğudur. Bu sebepten yağmur kuşağı da deriz kendisine. Onun dikilip de bol ödüllü ve çok güzel bir sinema oyuncusu gibi hafiften yana yatıp poz verebilmesi için yağmurun hükmünü icra etmesi gerekir. Yağmur dediğimiz de sağanak yağmurdur. Öyle günlerce süren, gökyüzünü bütün surat asıklığı ile biteviye karaltıya boğan, umutsuzluk brandası gibi göğün başına geçirilen günlerde çıkmaz ortaya o. İlkbahar ve sonbaharın başları cilvelinin saltanat günleridir. Bazen yaz sağanakları içinde de yüzünü gösterip türlü şirinlikler yapar yapmasına fakat onun mevsimi baharlardır. Güneş, bulut, yağmur ve yeryüzü (denizler dahil) bir olup sahnelerler bu tek kişilik ve çok kısa süreli oyunu. Uzun sürerse bir gökkuşağı yavaş yavaş cazibesini yitirir günün maskarası olur. Ona yönelen dikkat, ona atılan adım, ona düşen kalp çarpıntısı, ona çevrilen işaret parmağı, ona seslenen şuna bak şuna ünlemi, her an çekip gideceğini bilmekten de kaynaklanır.O, gökkuşağı, ebemkuşağı, eleğimsağma, hayatın insan omzuna bütün ağırlığı ile çöktüğü zamanlarda tabiatın bir umut ve teselli, bir teneffüs ve merhamet, bir kucaklayış ve sarıp sarmalama duygusu olarak armağanıdır. O armağanın tek bedeli o vakte denk gelmek ve onun hayranı olmaktır. Güneşin batışı, yağmurun yağışı, karın köşelere yığılışı, nehrin şelaleye dönüşüp dökülüşü uzun uzun ve tekrar tekrar yaşanılabilir ama gökkuşağı öyle değil. Onun oluşabilmesi için bir bir zevk ve keyfin yerini bulması, aşka gelmesi ve zamanın onun üstünde çınlaması gerekir. Ve her insan ömründe en az bir kere olsun onunla ödüllendirilir. Ki bir inanışa göre, kişi bir kez olsun gökkuşağını görmeden, neşeli bir çocuk gibi anlaşılmaz seslerle onu işaret etmeden bu dünyadan göçmezmiş. Belki de bu, insana hayatın ve varlığın hakikatinin aslında ne olduğuna dair bir işaretmiş.Öyle ya! Durup dururken nereden gelir bu gökkuşağı! Bu ışık ve elvan direkleri nasıl da böyle dikilir! İşi gücü bırakır, saatlerin hızından anın kesitine nasıl da düşeriz. Bir şey söylüyor, bir şey fısıldıyor olmalı bize. Şu gördüğümüz ufkun aslında hiç de öyle olmadığını, bulutun sadece bulut, güneşin sadece ışık, yağmurun da su damlası değil iç içe, paralel ve sonsuz geçişler, sarmalanışlar, ışıyışlar, şekillenişler, uçuşlar ve bürünüşler olduğunu da söylüyor olmalı. Birkaç dakika önce olmayan, sağanağın ağaç yapraklarında, çatılarda, kuş kanatlarında, deniz taşlarında, insan koşuşturmalarında, buğulanmış fırıncı vitrinlerinde, balkon çiçeklerinde hasılı her yerde başka bir çığlığa dönüştüğü yerde, onun beklenmedik yerde ve birdenbire ortaya çıkıvermesinin bir anlamı olmalı!Bir hayret çığlığıyla gördümBu sabah bu sürprizli sonbahar sağanağı arasında deniz ufkunda karşıma dikilen gökkuşağını ben de bir hayret çığlığıyla gördüm. Bir genç kadın birdenbire döndü ve yanındaki köpeğine onu gösterdi. Köpek onu mu yoksa kayalıklarda yiyecek bekleyen aristokrat kedileri mi anladı emin değilim, fakat yan yana çift iki gökkuşağı sağda birer yumruk köpürmesi gibi denize doğru patlamış çitlembik ağaçlarının püsküren yapraklarının hemen önünde bütün saltanatıyla dikiliyorlardı. Üç beş meraklı cep telefonlarıyla onların fotoğraflarını çektiler. Kim bilir o fotoğraflar birkaç saniye içinde nerelere ulaştılar…Çocukluğun binbir çağrışımları içinde nefesimi tuttum, ben de onların hayaline daldım. Nasıl olsa birazdan başka gözlere görünmek için başka sahnelere çıkacaklar, hiç bitmeyen çok güzel bir şarkı gibi dilden dile döneceklerdi. Ben onları yağmur altında yapılan bir anlamsız savaşın ortasında birdenbire herkesi kuşatıveren bir uyarı olarak da düşündüm şimdi. Dahası bir sis gibi dağılıp da az önce saplandıkları yerde binlerce beyaz kuşu gördüğümde de gökkuşağının düğününe koşanların sadece insanlar değil bütün canlıların olduğuna inandım. Hele, tam da yedi rengin denize daldığı yerdeki balıkları çok kıskandım.
↧