Ağacın, kumsalın aç gözlü dozerler sunağında kurban edilmediği zamanları vardı bu şehrin.“Zamanında her evin yerinde bir ağaç vardı” veya “Dağlık arazi, ne yaparsın?” gibi gafilâne savunularla o kurban yolunun taşları döşenmemişti daha. On’a yakın konsolosluk binası İskele Caddesi’nde yan yana dizilmişti ve bu şehrin imajı böyle yara almamıştı o zamanlar... Bunları düşünürken Galanima Bahçe’nin saklı cennetine adım atıyorum. Kış “Geliyorum” diyor ve sarı yapraklar üzerime serpilmeye başlıyor. Hemen karşıda koyu gri, tüllenen Karadeniz. Gökyüzü kurşuni. Yağmur kapıda. Bir sepette limonlar. Henüz yemyeşil. Boş bahçede oynayan bir çocuk. Ayakları çıplak. “Çoraplarını giy” diyorum “üşüteceksin”. “Tamam” diyor munisçe. Kapkara bir tavuk, çimenlerin arasında yemleniyor. Camekânlı kış bahçesine girip beklemeye başlıyorum. Macaristan Büyükelçisi Dr. János Hóvári ile bir çay sözümüz var. Büyükelçinin Trabzon’da bulunuş sebebi fahri konsolosluğun açılış töreni. “Trabzon nere Macaristan nere?” demesin kimse. Arada pek çok köprü var. En kavisi de Trabzon ile Zigetvar arasında uzanıyor. Kanuni Trabzon’da doğmuş, Zigetvar’da ölmüştü. Macaristan’da zaferler kazanmıştı. Büyükelçiyle neler konuşacağımızı kestirmeye çalışıyorum. Şüphesiz Macar Osman Paşa’nın kızı Şair Nigâr Hanım’dan söz edilecek uzun uzun. Yanılmıyorum. Aynı zamanda Türkolog ve tarihçi olan sayın büyükelçi ile akıcı bir sohbete koyuluyoruz. Ve evet, Nigâr Hanım’dan, daha fazlası onun babasından söz ediyoruz. Büyükelçi bana bir kitap armağan ediyor. 1848 Macar ihtilâlinin başarısızlığı üzerine Osmanlı’ya iltica eden iki subayın hayatı. “Şair Nigâr Hanım’ı hazırlarken keşke elimde olsaydı” diye hayıflanıyorum. Osman Paşa bu kitapta ismen yok ama olaylar o olaylar, kader aynı kader. Çok zaman aradığını neden sonra ve bir tesadüf ele geçirenlerin buruk sevinci var içimde. Büyükelçi bu kez 1910 basımlı bir kitap gösteriyor. Macaristan’da yayımlanmış Türk Şiiri Antolojisi. İçinde Nigâr Hanım’ın da üç şiiri var. Günlük’te sözü edilen tercümelerden biridir bu. Büyükelçi bana son olarak bir roman armağan ediyor, Eğri Yıldızları (Pan yay. İstanbul 2013; ilk baskı Macaristan 1901) ve açılış için ayrılıyor. Geçiriyorum kendisini. Sarı yapraklar hâlâ dökülüyor. Ben biraz daha kalıyorum. Romanın kapağına bakıyorum. Tarihî İstanbul silueti önünde yemyeşil gözlü bir kız. Yazarın adını görünce, hayret! Géza Gárdonyi. Bu Macar yazar. Tanrının Kılıcı, birden hatırlıyorum onun çok sevdiğim romanını. “Zeta hayatın neresindeydi ben neresindeyim?” diye düşünmenin anlamı yok gerçi çünkü ortada artık hayat diye bir şey yok. Ama Hun hakanı Atilla’ya giden Macar elçilik maiyeti mensubu, sonra köle, Zeta’yı da, onun yanan bir şehirden kaçarken dönüp arkaya son bakışını da unutmam imkânsız. Eğri Yıldızları’nın kapağını açıyorum. Roman olarak taşıdığı değeri şimdiden kestiremem ama sunuş yazılarını bir çırpıda okuyorum. 16. Asır. Sayın büyükelçinin yazısına bakılırsa Osmanlılar için muhteşem olan yüzyıl Macarlar için bozulma ve gerileme zamanıdır. Geriye dönüp baktığında bir Macar o yüzyılda ancak keder bulabilir. Öyleyse bir de bu tarafı vardır tarihin ve “tarihî olayların dünyanın her yerinde en az iki yüzü olduğunu” öğrenmek için bu roman okunmaya değer. Biz onları böyle görürken onlar bizi nasıl görüyorlardı? Bu kitap en fazla da bu merakı tatmin edebilir. Çevirmen Erdal Şalikoğlu’nun dediği gibi “Tanımak iyidir. Zira tanımadan sevemezsiniz. Oysaki nefret etmek için tanımaya gerek yoktur.” Öyleyse biz iki kardeş millet, “Birbirimizi daha iyi tanıyalım.” Akşam iniyor. Eve dönüyorum. İncir, limon, nar ve zeytin var elimde, 10 Muharrem bereketi. Bir de okumak için sabırsızlandığım bir roman. Abajurun düğmesini çeviriyorum. Dışarıdan gözü hâlâ doymayan dozerlerin sesi geliyor. Bir fincan çay koyuyorum kendime içine bir karanfil tanesi atıyorum. Bir romana başlamanın büyüsü, sesler kesiliyor. Kucağımda okutmaz-yazdırmaz, huysuz bir kedi, koltuğa kıvrılıyorum. İlk sayfayı çeviriyorum.
↧