Yeşilçam’dan hep övgüyle söz ediliyor. Bir istatistik tahlil araştırması yapılsa da o zamanlar kaç bin film çevrildiği, kaç tanesinin kalburüstü sayılabileceği ortaya konsa. Sanmıyorum ki 10’dan fazla seyre değer film çıksın.Anlayış şuydu: “Nasılsa seyirci seyrediyor, piyasa bunu istiyor, böyle devam edelim.” Çocukça senaryolar, hiç emek verilmemiş uyduruk çekimler, yıllar yılı halka sunuldu. Yazlık kışlık, şehir kasaba salonlarında bahçelerinde oynatıldı.Senaryo uyduruk olunca oyuncuların oyunu da uyduruk oluyor. Kanun Namına adlı filmde bayağı bir varlık gösteren Ayhan Işık bile bazı komedilerde çok aciz duruma düşmüştü. Biz o zamanlar Türk filmine gitmek istemezdik. Sebebi derme çatma olmalarıydı. Ama onlara, özellikle yazlık sinemalarda gözyaşı döken tertemiz insanlarımız vardı ve o insanlarımıza bir şeyler verebilmeyi hiç düşünmediler. Bu yönde hiçbir sorumluluk hissetmediler. Gidiyor mu, gidiyor; tamamdır. Ne olurdu biraz sanat emeği katmak zahmetine girseydiniz? Hele 70’li yıllar ve video filmleri iyice felaketti. Zihniyet aynı: “Tutuyor mu, tutuyor. Sür gitsin.”Medyada da böyle bir âdet vardı. “Bu tutuyor, bunu yapalım” anlayışı... “Halk asparagastan hoşlanıyor” diyen genel yayın müdürü bile gördük. “Resimli gazete değil, gazeteli resim” çıkaracağım diyen gazete sahipleri de oldu. “Ne tutuyorsa, ne ilgi çekiyorsa, ne gidiyorsa onu vermek” bir meslek hüneri telakki edildi. Daha sonra “biz dördüncü değil birinci kuvvetiz” sözlerini bile duyduk.Her dönemin zaafları neyse onları istismar etmek bir işbilirlik sayıldı. “Doğru haber verelim, objektif yorum yapalım, mümkün olduğu kadar ‘düşünce-kültür-sanat’ katkısı sunalım” gibi bir hevese, bir sorumluluk duygusuna hiç yer verilmedi.Açın arşivleri, 1950’lerin, 1960’ların, 70’lerin medyasını inceleyin. Hep suyun akıntısına ve en önde gitmişlerdir. Gerekçe malum: “Şimdi bu gidiyor!” Suyun akış yönünü değiştirici olumlu etkiler sunmak, hiç gündemlerine gelmemiştir.Medyatik aydınlar da bu gazetecilik anlayışına uydu. Hiçbir farklılaşma uyarısında ve tavsiyesinde bulunmadı. İçlerinde bilim adamları vardı, “aydınlar” vardı, sustular ve akıntıya tabi olmakta sakınca görmediler. Darbecilik modaysa ona da şu veya bu biçimde ve derecede uyum gösterdiler. 27 Mayıs vesilesiyle yapılan yayınlara şöyle bir göz gezdirin, mideniz bulanır.Bir tarihte tirajı küçük ama önemli bir gazetede yazıyordum. Birinci sayfayı yan çevirerek enine bir mizanpaj yaparak çok iri hurufatla bir yazı koydular. “Ceketi ters çevirip giymek de dikkat çeker. Böyle dikkat çekmeye çalışmak çok yakışıksız” diye itiraz ettim. Ama iş işten geçmişti ve 12 Eylül dönemi olduğu için de gazete bir müddet kapatıldı. Normal bir gazete mizanpajında o yazı dava konusu olmazdı, o şekliyle dava konusu da oldu. Aslında yazı Necip Fazıl’ındı ama imzası yoktu. Bir başkası yargılandı. Bunlara lüzum var mıydı? Bizim yazı işleri kadrosu da “böyle etkili olur” havasına kapılmıştı. Halbuki etkili olmanın yolu o değildi. Necip Fazıl’ın imza atmaması “bunun sorumluluğunu alamam” anlamına geliyordu ve yargılanmada itirafta bulunmaması da hakkıydı. Halbuki haksız yere, o uygulamayı yapanlar tarafından eleştirildi.Etkili olmanın yolu, gerçek yolu, seviyeli ve muhtevalı olmaktır. Bir ara Düşünen Adam dergisi, en zor şartlarda, Ali Fuat Başgil’i, Peyami Safa’yı ve Nurettin Topçu’yu bir araya getirerek başarmıştı. Bir dönem Yeni İstanbul öyleydi... Hatırlanması bile zor olan örnekler... Bu gidişle medya kendi denizini kendi bitirecek. Zaman’ımızın kıymeti iyi bilinmeli.
↧