Çin, dünya ekonomisinde ABD’den sonra ikinci sırada. Yıllık üretimi 7,2 trilyon dolar. Dünya ihracat listesinde 2 trilyon dolar ile birinci. Almanya ise devler liginde 3,6 trilyon dolarlık üretimle dördüncü sırada. İhracatı ise 1,5 trilyon dolar. Yani bizim toplam ekonomimizin 2 katı kadar dünyaya mal satıyor.İki ülke de bölgelerinde lider. Bugün birçok Avrupa ülkesinin geleceği, Almanya’ya bağlı. Soğuk Savaş sonrası akıllı politikalarla bölünmüşlüğü bitiren ekonomik bir dev. Güvenlik Konseyi üyesi de olan Çin’in de bölgesindeki ağırlığı geri değil. Asya’daki birçok ekonominin Çin’e bağımlılığı bir yana, Pekin’in alacağı kararlar Amerikan ekonomisi için de hayati önemde.2. Dünya Savaşı’nın ağır tahribatını yaşayan iki ülkenin de en büyük hedefi, akıllı ama gürültüsüz bir stratejiyle kendilerini geliştirmek. Kuşkusuz iki ülkenin de ciddi bir tarih ve medeniyet derinliği mevcut. Dünya siyasetinde geçmişte büyük roller oynamış ülkeler. İkisi de imparatorluk vârisi.Geçmişlerindeki bu görkeme ve bugünkü göz kamaştıran başarılarına rağmen bu ülkelerin dikkat çeken özelliği, liderlerinin konuşmalarında ve dünya meselelerine yaklaşımlarında sanki hiç bu özelliklere sahip değilmiş gibi sessiz, iddiasız tavırları. Kimliklerini inkâr ediyor değiller. Aksine ülkede de elde edilen bu başarılardan dolayı milli gurur artıyor. Ama genel çizgilerinden sapıp savrulmuyorlar. Büyük laf söylemekten, dünya düzenini yıkmak veya kurmaktan, bölgelerine şekil vermekten, dünya lideri olmaktan hiç bahsetmiyorlar.Uzun vadeli stratejilerin ürünü olarak sessizce elde ettikleri başarıları, doğal olarak onları bölgelerinin lideri yapıyor, otomatik olarak dünyanın etkin aktörleri oluyorlar. Süper güç Amerika, Afganistan’dan Irak’a dünyada düzen kurmak için milyarlarca dolar harcarken onlar işine bakıyor, iç sorunlarını çözmeye, pazularını güçlendirmeye bakıyorlar. Kaldırmakta zorlanacakları iddialı işlerin altına girmek değil, ısrarla çekilmelerine rağmen uzak duruyorlar. İdeoloji, renk ve dinine bakmadan herkesle iyi geçinmeye çalışıyor; yumuşak güçleriyle her yerde aktif olmaya çabalıyorlar. Tarihî mirasımız, jeopolitik konumumuz ve milletimizin dinamizmiyle bu iki örnek bizim için de çok öğretici. Uzun yıllar içeride dar ideolojik bakış açısı, dışarıda ise kendi kendini komşularından ve dünyadan izole eden yaklaşımıyla potansiyelini heba eden Türkiye, son 8-9 yılda aynı yolu izleyerek büyük sıçrama yaptı. İçeride, rejim ile toplum arasında artan barış iklimi iç enerjinin boşa gitmesini durdurdu. Rusya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya, Ortadoğu’dan AB’ye bütün dünyayla ilişkiler geliştirildi. Hedefli ama iddiasız, gürültüsüz ve mütevazı yaklaşımla ekonomi 3 kat büyüyüp 1 trilyon dolara yaklaşırken, bu tutumun dış politikadaki sonucu 2008’deki BM Güvenlik Konseyi adaylığı oylamasına yansıdı. 151 ülke bizi destekledi. Bu ülkeler içinde demokrasiler olduğu gibi otoriter rejimler de vardı. Mısır da vardı Suriye de. Bosna da vardı, Sırbistan da. Rusya da vardı, Batı ve Afrika ülkeleri de. Türkiye’nin evine çekidüzen vererek demokratikleşmesi, İslam dünyasında heyecan uyandırdığı gibi, Batı’da da model olarak görülmemizi sağlıyordu.Yakaladığımız bu havayı, Çin ve Almanya gibi sessizce ve tevazu ile en az 30-40 yıl sürdürmemiz gerekirdi. Ama sağlanan başarının da etkisiyle ortaya çıkan aşırı özgüven içte ve dışta sıkıntılara yol açtı. Dış politikada mütevazı tavırların yerini bölgesel hatta küresel liderlik heveslerine bıraktığı oranda Doğu’da ve Batı’da kuşkular arttı. Gazze, Suriye, Mısır ve Irak’ta gücümüzle orantısız iddialarımız akim kaldıkça AB’den Şanghay’a, Sünni cepheden Maliki ve İran’a jestlere savrulmaya başladık. 3 yıl önce çok iyi ilişkide olduğumuz bazı ülkelerde artık elçimiz yok.İçeride de aşırı özgüvenle atılan tek yanlı adımlar, içte de gerilimi artırdı. Demokratikleşme süreci teklerken, küçük konular ulusal krize dönüşmeye başladı. Haklı bir itirazını dillendiren sivil topluma, son dershane tartışmasında olduğu gibi “Sıkıntın varsa partini kur” ya da “Ne konuşuyorsun, oy oranın yüzde 1” gibi cevaplar verilir oldu. Hem de hak hukukun oy oranıyla ölçülemeyeceği ve otoriter rejimin en kudretli zamanında 19 kez zehirleme ve 25 yıl sürgün hayatına rağmen bir tek insan olan Bediüzzaman’ı mağlup edemediği açıkken.Kaygı verici bu gidişatın nereye varacağı belli değil. Ancak Çin ve Almanya’nın yıllardır başarıyla izlediği düz yolu bulmuşken, neden patikaya saptığımızı anlamak çok güç. İnşallah yanlıştan döneriz.
↧